30 Ekim 2010 Cumartesi

İNSAN ve HAYAT

Şimdi kimse bana burda ideoloji laga lugası yapmasın...

Hemen herkes bir ideoloji seçer ve edebi şahsiyetine ideolojisi doğrultusunda yön verir. Edebiyat tarihi bunun gibi sayısız örneklerle doludur. (Nazım Hikmet, Mehmet Akif, Necip Fazıl) Saplantı düzeyine varmış ideolojik bir taassup içinde yaşayıp da salt objektif eser veren edebiyatçı sayısını yüzdeye vurduğumuzda ağzımızı açık bırakacak bir sonuç elbette çıkmayacaktır. Söz gelimi "Kemalist" bir romancı, "Muhafazakar" çizgide bir roman yazmaz.

O yüzden...

Edebiyatımla ideolojimi yeri geldi mi karman çorman ederim...Ama yeri geldi mi de birbirine dahi yaklaştırmam...

Neyse...

Bu mugaddimenin akabinde hadiseye geri dönelim...

İnandığım ideoloji ile aynı çizgide ilerleyen ve "Kirlenen toplum hafızasını yenilemek" düsturuyla yola çıkan "İNSAN ve HAYAT" dergisine yazı gönderme talebinde bulundum. Piyasadaki hiçbir derginin göstermediği şaşırtıcı bir ilgi ile karşıladılar beni. Anında dönüt alınan mailler, telefonla birebir görüşmeler vs...

Mesleğim itibariyle önce benden "Okuma Dersleri" başlığı altında okuma kültürü ile alakalı yazılar ya da deneme yazmamı istediler. Hatta üslup ve tarz önerisinde bile bulundular(!) Romantik kelimeler, ilginç benzetmeler, hoş cümleler istediklerini söylediler. Açıkçası deneme kısmı daha çok işime geldi. Çünkü vakit alan bir tür değildir, oturursun bilgisayarın başına ve 2-3 saat içinde bir sayfalık bir yazıyı rahatça oluşturursun. "Okuma dersleri" ile alakalı da "Sosyal Psikolojinin Okumaya Etkisi: Eyvah! Çocuğum Okumuyor!" adlı bir çalışmanın argüman taramasına da başladım ama dediğim gibi işime gelen tabiki denemeydi. Ben de önce aşağıdaki yazıyı gönderdim...



"İYİLİK - KÖTÜLÜK

Hayat dediğimiz kavram, başını cama dayayıp doğaya ait güzelliklere, çirkinliklere şahit olunan ve bu şahit olma esnasında ruhen de olsa serüvenden serüvene koşulan bir otobüs yolculuğuna benzer. Bu manalı yolculukta müşahede edilen iyilik ve kötülük kavramları aslında daimi çatışma halindedirler. Ezelden ebede kadar bünyesinde iyiyi ve kötüyü barındıran insan için iyiyi galip getirmek en büyük gayedir. Ruh ikliminin çorak arazisinde karıncayı ürkütmeyecek kadar sessiz ama dağları yerinden oynatacak kadar sarsıcı bir meydan muharebesi yaşanır bu gaye için. Ama bu meydanın gerçek sahibi olan insan bunun farkına varamaz. 

Çünkü işin sırrı bu noktada hunharca düğümlenir.

“İdrak gemisinden” başka vasıtaların geçmediği yerlerde yaşanan bu mücadele kimi zaman bir deniz feneri misyonuna bürünerek “idrak gemisine” ışık tutar. Eğer gemi, aldığı bu ışıkla yönünü tayin ederek kurtuluş rotasına girerse savaşı “iyilik” kazanmış demektir. Ama gemi, kendisi için çakılan şefkat fenerine sırtını döner, rotasını mağlubiyet karanlığına çevirirse “kötülük” bünyeyi tahrip etmeye çoktan başlamıştır ve madden/manen bu kabul edilemez bir haldir. Çünkü, inişlerin varlığı olan insan için yükseliş tek çaredir. Bu yükseliş “iyilik” dalına tutunmaya her daim muhtaçtır. Fakat burada yükselişin mahiyeti de en az “iyilik” kadar önem arz eder.
Müdahili bulunduğu her çevreye kanma eğilimi gösteren insan, parlak ışıkların ve gözde mekânların büyülü dünyasına girdiğinde tesir altında kalır ve yükseldiğini zanneder. Tozlu raflar arasında yıllardan beri durduğu halde içinde kâinatın sırrını barındıran bir kitaptansa, içi boş ama kapağı özenle tasarlanmış bir kitabı tercih edecek kadar ileri gider. Ona göre yükselişin sırrı buradadır. Fakat madalyonun öbür yüzü, yüzleri ekşitecek acı gerçekleri haykırmaktadır. İnsan iniş ve çıkış arasında sıkışmıştır. Bu yüzden maddi çıkışların kendisini inişlere sürüklediğini, manevi çıkışların ise heybesine maddiyatı da aldığını düşünemez. Düşünse bile “kötülük” ordusuna esir olduğundan harekete geçmekte aciz kalır. İşte bu yüzdendir ki “yükselmek” madden ve manen farklılık arz eder ve insan bünyesinde yaşanan o çetin harbin kaderini “yükselmek” arzusu belirler. Yükselmeyi hedefleyenlerin “iyilik” ordusuna, görünmeyen ama varlığına iman edilen askerler yardım ediyor demektir.

En nihayetinde insan, hayata iyi ile kötü arasındaki mücadeleyi yönetmek ve kötülüğü yenerek iyilikler ülkesine gitmek için gelmiştir. Attığı her adımda yeni bir “yol ayrımı” bunalımı yaşamak ve bir tarafı seçmek zorunda olmak insanın kaderidir. Tarafsızlık dediğimiz unsur, aslen iki kavram arasında bir yerlerde gibi dursa da bu mücadelede taraf tutmamak kötünün yanında yer almak demektir.

Bu da insanın hayat gayesine aykırıdır… "

Bu yazının akabinde herhangi bir dönüt gelmedi. Ağır geldiğini düşündüm önce. Nitekim yazı, tasavvuf kültürüyle alakalı temel meselelere değinen bir yazı ve dergini hitap ettiği hedef kitle itibariyle tanıdık bir meseleye el atıyor. Neticede bu yazıyla alakalı bir değerlendirme gelmedi. Ben de hedef kitle unsurunu göz önünde bulundurarak daha soft, daha yumuşak şeyler yazıp yolladım:



“ETRAF”

Gecenin görmediği gündüzleri deşerek, gideceği yere sadece beni götürecekmişçesine önüme yanaşan kırık yarık bir şehirlerarası otobüsün merdivenindeyim… Helak olmak üzere olan kavimlerini terk ederek, arkalarına bakması yasaklanan peygamberler gibi arkama bakmamaya yemin ettim… Her an yok olacakmışım korkusu değil de, otobüs yolcuğuyla hayatı bağdaştırma telaşı dizlerimi titretiyor… Tek amacım, “etrafa” bakmak… Sadece “etrafa”… Biletimde “gideceği yer” kısmını tırnağımla kazıyarak siliyorum son durakta bekleyenleri olan yolculara inat… Zaten bu hayatta beni bekleyen kimse yok… İndiğim duraklarda kimseye sarılmadım ben, otogarların egzoz kokulu peronlarından çıkmama kimse yardım etmedi bugüne kadar… Hem otogarlarla ilgilenmem pek fazla… Otobüsün lekeli camından süzdüğüm “etraf” benim yüreğim olur.

Çünkü hayat, daima yüreğe bakmayı gerektirir.

Otobüs bugün, her zamankinden daha soğuk…. Ya yolcuların öfke lekeli ciğerlerinden soğuk nefesler çıkıyor, ya da ben üşüme nöbeti geçiriyorum. İnsan, heyecandan üşürmüş… Belki ben de üşüyorum otobüsün hareket etmesinin heyecanıyla… Olsun, üşümek de güzel… En azından, geçilen soğuk semtlerde, bacasından duman tütmeyen evlere arkadaş olurum… Zaten benim işim bu… Yolculuğumu gördüğüm semtlerin meydanına, gördüğüm insanların fikriyatına dokunarak yapmak…

Mütevazı dükkânların üzerinde, balkonlarında çayların içildiği, asırlık muhabbetlerin kaynadığı, senelerdir dönen dünya ile birlikte dönmüş ve artık yorulmuş bünyelerin balkonda oturup, gün boyu bahçede oynayan çocukları seyrettiği halim-selim evleri geçer geçmez, korkan çocukların battaniyenin altına girmesi gibi yemyeşil bir örtünün içine saklanıyoruz. Atıştıran yağmur, açık yeşili koyu yeşile, koyu yeşili ise efkârlı bir siyaha dönüştürüyor. Asfalt gökyüzüyle aynı rengi almanın mağrurluğuyla üzerinde dönen tekerleklere düşman kesilir gibi aynı… Bütün bu hareketli manzaralar, kırmızı ışığın alev gibi parlamasıyla bir anda sükûnet buluyor. Önüne çıkan her şeyi ezip geçecekmiş gibi acımasızca akan trafik bir anda yorgun bir sessizlikle ölüyor. Otobüste ise aynı ritimden hiç bıkmayan motor sesinin yerini yolculardan yükselen ufak tefek ama düzensiz fısıltılar alıyor.
Şimdi yolcuları izliyorum…

Hepsinin gözünde ayrı heyecanlara vesile olan ayrı dertli bakışlar var. Hatta kimisi mutlu olmaktan bile dertliymiş gibi bakıyor yağmurun ıslattığı pencereden… Aynı noktaya gidip, aynı durakta inen insanların farklı hayatları tecrübe etmeleri ne kadar garip…. İnsan bunu düşünemiyor ne yazı ki..
Yolculuk, hayatın panoramasıdır aslında… Hayat süren insanoğlu, aynı otobüsteki yolcular gibi bir noktaya gitmiyor mu? Saatlerce aynı yolculuğu yapıp, son durakta birbirini tanımamış, hatta hiç görmemiş gibi davranan insan, hayatın son durağında da aynı şeyi yapmayacak mı?

Cevabı buluyorum…

Dünya, hayat yolunda son sürat ilerleyen bir otobüs aslında… Şimdi olduğu gibi hepimiz son durakta inmeyi düşlüyoruz… Korkularımız her zaman vardı, bundan sonra da olacak… Buna engel olmak mümkün değil… Çünkü her otobüs bir son durakta durmak zorunda… O yüzden yaşamak da yolculuk gibi “etrafa” bakınca, kıymetini bilince anlam kazanıyor…


Bu yazıyı gönderdiğimin ertesi günü editörden dönüt geldi. Kendisi telefonla aradı ve şuna yakın şöyler söyledi.

"Ahmet bey, yazınızı okuduk, inceledik. Çok harika benzetmeleriniz var. Çok hoş paragraflar oluşturmuşsunuz. (Hatta birkaç tanesini okudu). Ama biraz daha çalışmaya ihtiyacınız var. Mesela "helak olmak üzere olan kavimlerini terk ederek arkasına bakması yasaklanan peygamberler gibi arkama bakmamaya yemin ettim" cümlesiyle ilgili arkadaşlar, "3 manası var, ikisi doğru anlaşılsa biri yanlış anlaşılır" diye not almışlar. "Kırık yarık bir şehirlerarası otobüs" ifadesindeki "kırık yarık" kısmını tercih etmiyoruz. "Yolcuların öfke lekeli ciğerlerinden soğuk nefesler çıkıyor" ifadesindeki öfke lekeli kısmını tasvip etmiyoruz. Bunlar çok kirli ifadeler. Hikaye yazıyor musunuz? Bence hikaye de yazmalısınız. Zaten arkadaşlar bunu hikaye olarak nitelemişler. Bir de "kirlenen toplum hafızasını temizlemek" prensibimiz olduğu için yazılarda "fayda" unsurunu arıyoruz. Mesela arkadaşlar bu yazıyı "sıla-i rahim" kavramına bağlayabileceğinizi yazmışlar. O yüzden "fayda" bizim için çok önemli."

1-) Editörün "arkadaşlar" diye tabir ettiği adamlar kimler? Bu "arkadaşlar" neye göre edebi hakimlik yapıp kelimeleri, cümleleri infaz edebiliyorlar? 

2-) Edebiyat'ta sürekli "sanat için mi, toplum için mi?" tartışması olmuş. Ben sanat için olduğunu düşünüyorum ve ona göre yazıyorum. Benim bu edebi özgürlüğümü neden "fayda" prangasıyla prangalıyorlar? 

3-) Yazıyı herhangi bir yere bağlamamak eskiden beri gelen bir Sait Faik üslubu. İzlenim edebiyatçılığı gibi bir şey. Neden ben "bir otobüs yolculuğu izlenimleri" konulu bir yazıyı "sıla-i rahim(akraba ziyareti)" konusuna bağlıyayım ki? Böyle bir zorunluluk edebiyatta var mıdır? Yoksa neden dayatılıyor, varsa benim niye haberim yok?

Bu soruları telefonda nefes almadan konuşan editörü dinlerken sordum kendime. Evet kendime sordum. Ona sormadım. Çünkü yetiştiğim tasavvufi ahlak ve derginin yer aldığı ideolojik kulvar onu benim gözümde dokunulmaz kılmış ve bu soruları içime atmama vesile olmuştur. 

"Tamam, ben biraz uğraşayım. Zor ama napalım. Dediğiniz gibi olsun" diyerek, benliğimi ayaklar altına alarak telefonu kapattım. Telefonu kapatmamdan tam bir hafta geçmesine rağmen ve bu geçen bir hafta içinde hergün uğraşmama rağmen yazıyı bir türlü "sıla-i rahim" konusuna bağlayamadım. Çünkü bir kere ben mevzuyu kabul etmiyorum. Doğruluğuna inanmıyorum. Her backspace tuşuna basarken "böyle şey mi olur" diye basıyorum. Binbir güçlükle geçen bir sancılı dönem sonunda saçma sapan bir şey oluşturup, zorlama olduğu kırk metreden anlaşılan bir yazı yazıp yolladım:


"Gecenin görmediği gündüzleri deşerek, gideceği yere sadece beni götürecekmişçesine önüme yanaşan bir şehirlerarası otobüsün merdivenindeyim. Attığım her basamak beni tedirgin bırakan bir çığlık koparıyor prangalar vurulmuş semtlerde… Her an yok olacakmışım korkusu değil de, otobüs yolcuğuyla hayatı bağdaştırma telaşı dizlerimi titretiyor… Bu yüzden arkama dahi bakmadan biniyorum otobüse… Nihayet noktasında küçücük bir umut huzmesinin billurlaştığı karanlık yolları andıran otobüsün sessiz koridoru gülümsüyor sanki… Bu gülümsemeye karşılık vermek zorundaymış hissiyle geriliyor yüzüm ve serin bir tebessümle oturuyorum koltuğa…

Önce yolcuları izliyorum…

Hepsinin gözünde ayrı heyecanlara vesile olan ayrı dertli bakışlar var. Hatta kimisi mutlu olmaktan bile dertliymiş gibi bakıyor yağmur lekeli pencereden… Yüreklerden gözlere ulaşan gökkuşağı renkli umutlar hep bir an önce gitmek istediği yeri sayıklatıyor pervasızca… Aynı noktaya gidip, aynı durakta inen insanların farklı hayatları tecrübe etmeleri ne kadar garip? Fakat yaşamanın kuralı da bu değil midir aslında?… Her yolculuk bitişinde halka halka kümeleşip farklı şeritlere geçer insanoğlu… Her halka yeni bir zincire takılır ve yaşam bu zincir üzerinde gider gelir…

Otobüs bugün, her zamankinden daha soğuk…. Ya yolcuların sakin ciğerlerinden soğuk nefesler çıkıyor, ya da ben üşüme nöbeti geçiriyorum. İnsan, heyecandan üşürmüş… Belki ben de üşüyorum otobüsün hareket etmesinin heyecanıyla… Olsun, üşümek de güzel… En azından, geçilen soğuk semtlerde, bacasından duman tütmeyen evlere arkadaş olurum… Zaten benim işim bu… Yolculuğumu gördüğüm semtlerin meydanına, gördüğüm insanların fikriyatına dokunarak yapmak…

Mütevazı dükkânların üzerinde, balkonlarında çayların içildiği, asırlık muhabbetlerin kaynadığı, senelerdir dönen dünya ile birlikte dönmüş ve artık yorulmuş bünyelerin balkonda oturup, gün boyu bahçede oynayan çocukları seyrettiği halim-selim evleri geçer geçmez, korkan çocukların battaniyenin altına girmesi gibi yemyeşil bir örtünün içine saklanıyoruz. Akreple yelkovan asfalta düşman kesilen tekerlerin hızıyla dönüyor ve zaman, şiddetli debisi olan bir nehir gibi akıyor şelaleleri kıskanırcasına. Dönülen her viraj, kat edilen her mesafe yolcuların gözündeki ışığı biraz daha artırıyor gecenin korkusuz karanlığına inat. Uyuşan zihinler tekrar tazeleniyor… En sonunda, girilen otogarla birlikte herkesin yüreği ferahlıyor aniden… Bütün bir yol boyunca kalabalığın içinde yalnızlaşan insanlar artık yalnızlığın içinde kalabalıklaşmaya başlıyor… Yayılmış demirleri çeken birer mıknatıs edasıyla her zincir kendi halkasını çekiyor ve yolculuğun hemen başında umut ekilen topraklardan hasretle sulanan vuslat ağaçları yeşeriyor.

Tekrar yolcuları izliyorum…

Kimi yorgun gözlerle, evinde sabır ateşiyle demlenmiş çayı düşünüyor; kimi yıllardır görmediği yakınlarına ne hediye götüreceğinin kararsızlığıyla otogarı adımlıyor, kimi de kendisini bekleyen neşeli kalabalıkların arasına katılarak gözden kayboluyor… Birleşen halkalar canlanıyor gözümde…
 

İnsanlar halka halka zincirleşiyor ve hayatı anlamlandırmak için birbirlerine daha sıkı tutunuyorlar…"




Yazının hemen altına da şu notları düştüm:


 

Yazıyı dediğiniz gibi "sıla-i rahim" temasına elimden geldiğince döndürmeye çalıştım. Çalıştım diyorum çünkü başarabildiğimi düşünmüyorum. "Bir yolculuk izlenimini, karamsarlıkla umut arasındaki duygularla anlatan bir yazıyı" , "tamamı umutla kaplı bir sıla-i rahim" potasına sokmak çok zorladı beni. "Fayda" konusunda da sorun yaşıyor olabilirim. Daha önce altında "fayda sağlayan temaların yattığı yazılar" yazmadım. Çünkü edebiyata bu gözle bakmadım bugüne kadar. Edebiyat benim için kelimeler ve cümlelerin okuyanlarda hoş bir tat bırakması ya da belli bir ahenkle insanları rahatlatması için özgürce kullandığım bir alandı. O yüzden yazıyı değiştirirken çok zorlandım. Alışkın olmadığım için, belli bir mesaj verme kaygısı cümlelerime yansıyor ve huzursuz oluyorum. Zaten bir yazıyı değiştirmek, yeni bir yazı yazmaktan çok daha zordur.

Bu bağlamda size bir kaç sorum olacak:

1-) Zaten tamamı "fayda" üzerine kurulmuş bir derginin edebiyat köşesinin de "fayda" temasına bürünmesi zorunlu mu?
2-) Tasarladığınız edebiyat köşesi salt "okuma zevki yaşatan ve insanda kelimelerin kullanımı neticesinde hoş duygular uyandıran yazıların bulunduğu bir köşe olsa acaba derginin prensiplerine aykırı mı davranılmış olunur?
3-) Dergide herhangi bir edebi tür limanına sığınmayan serbest yazılmış yazıların yer alması sıkıntı oluşturur mu?
4-) Ve yazılan her yazının bir yere bağlanması zorunlu mu?

Bu noktalarda beni aydınlatırsanız bundan sonraki yazılarımı daha rahat yazabilirim.


 5 gün sonra yanıt geldi. Hem de telefonla... Editör şunları söyledi:


"Ahmet bey, bahsettiğiniz fayda konusunda ısrar ediyoruz. Çünkü prensibimiz, kirlenen toplum hafızasını temizlemek... O yüzden bir satır bile olsa "fayda" arıyoruz yazılarda. O değil de bizim şu an hitap şekilleriyle alakalı bir yazıya ihtiyacımız var. İşte "insanlara nasıl hitap edersek onlar bizi doğru anlar, şu insana şurda şunu dersek ne anlar" gibi sorulara cevap arayan bir yazı arıyoruz. İlgilenirseniz seviniriz."

"Tamam bakarız" dedim ve kapattım. Çünkü yazdığım yazıyla, çektiğim çileyle, verdiğim emekle ilgilenen kimse yoktu oralarda.

Fazla söze gerek yok. Mesele kısmen de olsa anlaşıldı. 

Eğer Türkiye'de gerçekten dergicilik bu şekilde işliyorsa yazık oğlu yazık bu ülkeye... 

AHMET SAVAŞ 















MERHABA

Bazı insanlar saçmalamayı sever...

İki saçma insanın eften püften enstantanetik saçmalamacaları olarak algınabilir bir sitedir bu...

Fazla beklenti sarsar...

Büyük beklentiler büyük hayalkırıklığı getirir...

Burası bizim atlarımızı istediğimiz gibi koşturduğumuz bir arenadır. Yazılan yazılar tartışılamaz, sorgulanamaz. Demokratik takılan aristokrat burjuva zihniyetine bir gönderme yapmak istemiyorum. Çünkü sosyolojik alt yapımız buna müsait değil. Altın üst, üstün alt hakkında atıp tutması ne alta ne üste fayda sağlar. Ama eğer karşı çıkan olursa diyeceğim şey şudur:

"Hava karardı, hadi evinize"