7 Aralık 2010 Salı

Klasik, Tolstoy, Savaş ve Barış


Okumak kimine göre basit bir eylemdir, kimine göre de okumak tariflere sığmaz bir zevktir. Yazılı eserler insanoğlunun hafızasıdır ve bu eserlerle insanoğlu binlerce yılın süzgecinden geçmiş  bilgi, kültür, tarih ve daha nice yaşamların varlığına şahit olur.Bu esnada dünyadan dünyaya,zamandan zamana koşar insanoğlu,türlü hislerle donanır,türlü hislere yelken açar.
Okurun en yoğun olduğu bir dönemdeyiz bir o kadar da kitapların garip kaldığı bir dönemde. Kimimize göre okurluk boş vakit işi, kimisine göre entelce bir takıntı ,bazıları için modernizmin   gereği,anlamanın sınırında anlamsızlıklara bürünmek, kapasitesini  geliştirmek.Bazımıza göre hepimiz okuruz.Çünkü biz dünyanın üstün yeteneklere bürünmüş bir milletiyiz ,biz var ya her şeyi okuruz hatta olmayan tecrübelerimiz sayesinde akıl okuruz, yüz okuruz, kalp okuruz,kitabı da en hızlı şekilde okuruz,kimse bizden hızlı okuyamaz, okuma eylemi bizim için alelade günlük işlerimizden biridir, tüm işlerimiz gibi onu da basit ve üstünkörü bir ivedilikle aradan çıkarırız.Çoğumuz kitabı elimize aldığımızda başlarız sonunu beklemeye ve kitap bittimi bir köşeye atıveririz,bir kitapla münasebetimiz ancak bu kadardır.
Çok azımızda ki;
 bu azınlık okurun hasıdır, önce kitabın adını duyarız, sonra yazarını ve yavaş yavaş bir aşk başlar kitapla aramızda ardından kitabı okumaya hazır hale geliriz,kitap elimizdedir artık tek isteğimiz kitabın bitmemesidir.Bunu da başarırız kitabın okuma kısmını bitirdik mi kitabı düşünme kısmına başlarız artık kitabın ruhuna giden bir yola çıkmışızdır ruhtan ruha köprüler kurarak yazarı anlamaya çalışırız derken karşımıza bir düşünce silsilesi çıkar böylece kitap görevini yerine getirmenin  hissiyle bir meta olmaktan, okur da kitaba hakkını vermenin hissiyle basitlikten kurtulmuş olur.Yazının içindeki gizli şifreleri çözen, estetik olgunluğa erişen fikr-i sahihle hareket eden okur yapaylığın pençesinden kurtulmanın sevincini, doğallığın limanına sığınmanın onurunu yaşar.
Elimde yılardır ismini duyduğum fakat her defasında okumaktan kaçındığım bir klasik var, ‘Savaş ve Barış’.Ne zaman bu kitabı okumak istesem beni bir isteksizlik sarardı günlerce kitaba bakar dururdum niyeyse bende klasik kelimesi biraz da klişeyi andırır bu saçma düşünceye nasıl kapıldım bilmem, bu derece  imkansız bir hadiseye ve böyle bir ilişkiye nasıl vakıf olduğumu da anlamıyorum. Yine de bu saçma düşünceden kurtulmak iyi oldu aslında bu sadece ‘Sava ve Barış’la olmadı bu gidişatın temellerinde ‘Suç ve Ceza, Madam  Bovary,  Sefiller, Babalar ve Oğullar…’  ında etkisi vardır.’Savaş ve Barış’ ile böyle bir ilişkiye son noktayı koymuş oldum.
Bir çoğumuz   popülerizmle  birlikte bil hassa  postmodern  dönemin etkisiyle klasikle yollarımızı ayırmış bulunuyoruz. Artık aslı terk edip suretin peşinde koşuyoruz. Öyle ki güneşi bırakıp  güneşin etrafa yaydığı ışıklara aldanıyoruz. Klasiklerin toz kokan sarı sayfalarına itibar etmeyip mürekkebin değerini yitirdiği, hokkanın bozguna uğradığı, klavyelerin egemenliğini ilan edip emeğin satıldığı en önemlisi de bunların ilham kaynağının dahi tenezzül etmediğimiz klasikler olduğu gerçeğini görmezden geliyoruz.
Gelelim  ‘Savaş ve Barış’ a…
Aslında klasiklerin durumu anlattığımız kadar da vahim  değil hatta bu saydıklarım okuyucu olmaktan ileri gidememiş belli bir kesim içindi. Klasiklerin okunması  için birbirinden ilginç teşvik çalışmaları da yapılmakta ve klasiklerin tamamen köşeye itilmesine göz yummayacak düşünürler çoğunlukta bu da asıl menbaın klasiklerin toz kokulu sarı sayfalarında yattığını göstermekte,bu arada hala konuya giriş yapamadım.
Bir 19. Yüzyıl insanı olan Tolstoy  ‘Savaş ve Barış’ isimli eseriyle çağının gerçeklerini uhdesindeki kahramanlarının hayat hikayesiyle harmanlayarak   önümüze serip   karşımıza tüm fiziksel şartlarıyla bir 19. Yüzyıl tablosu çıkarıyor. Ve psikolojinin,fizyolojinin, nörolojinin henüz yeni filizlendiği bu dönemde kahramanlarının ağzından,elinden, gönlünden, zihninden bir insanı ve bir çağı,19. Yüzyıl Rusya’sını ve Avrupa ‘sını  çırılçıplak soyup önümüze koyuyor.Bu hengameyi bir karınca yuvası olarak düşünürsek ,Tolstoy bizi yuvanın deliğinden merkezine götürüp kahramanlarının aracılığıyla olaylara şahit olmamızı sağlıyor.
‘Savaş ve Barış’ okuyucuyu postmodern  zamandan,edebiyattan , yaşantıdan ,yaşantının ve edebiyatın gösterişlisinden alıp modernlerşme  çağı olan 19. Yüzyıla ,gösterişli hayatların sade ifedelerle dile getirildiği edebiyatın has çağlarından birine götürüyor.Ve gizlenmiş bir hazinenin tozlarını üstünden kaldırıyor,bu hazineyi bize gülümsetiyor.Acı da olsa klasiklere duyarsız kalmanın yanlışlığını anlamamızı sağlıyor.Dahası kahramanlarıyla işbirliği etmişçesine okura hem bir ders veriyor hem de okuru kendine ve kahramanlarına bağlıyor.
Geniş bir mekan ki kıtaları içine alıyor,bir ömürlük zaman ki onlarca ömrü barındırıyor ,bir de bunların yanında her kahraman en ince ayrıntısına kadar tahlil edlip sürekli yer değiştiriyor,insan ruhu irdelenip bu ruhun en karanlık köşelerinden bizlere bir tarih ve hayat dersi veriliyor yazar bu köşelerden yaşamlarımıza,hislerimize,ihtiraslarımıza,sadakatimize,ihanetimize ayna tutuyor.Yeri geliyor bir sarhoş beyefendi,bir prenses rezil, bir rezil vezir oluyor.İnsanın hayvani isteklerinin davranışlarındaki tutarsızlığa yansıması irdeleniyor yüzyılın klasiğinde.
19. Yüzyıl …
Bol savaşlı az barışlı zamanlardan biri,yüzbinlerce kayıbın verildiği,sefaletin ala seviyede insanlığın ise edna seviyeler de  dolandığı bir çağ-gerçi günümüzde de tablo pek farklı değil-.Bu tablo sadece romanın sınırlarında değil 19.yüzyılın tüm köşebentlerinde,büyük bir coğrafyada şatafatlı eğlence hayatıyla sefalet ve gözyaşı bir arada.Ve bu sadece 19.yüzyılda değil günümüzde de sadece ünvanları ,sınıfları,araçları,isimleri farklı bir şekilde yaşanmakta.
Bir arının özverisyle, bitmek tükenmez bir yazın çilesiyle Tolstoy,   ‘Savaş ve Barış’  eserinde cümlelerle karakterlerine, karakterlerle bir çağa, bir ülkeye,bir savaşa ve kitabıyla değişmez olan gerçeğe yani insanın savaşıyla barışıyla,gelgitleriyle hangi çağ ya da coğrafya olursa olsun  malzemeleri farklı da  olsa hep aynı senaryoyu yaşadığı gerçeğine ayna tutuyor.. Her ne kadar amacı bu olmasa da…

E.T

25 Kasım 2010 Perşembe

ZAMAN ALGISI


Zamanı takip edenler ya da zamanla yarışanlar, ona ayak uydurmak isteyenler, zamanda hep aynı kalmanın hesabını yapanlar ve bunların, bunlar gibilerin her bireri önce akreple yelkovanın dansına; yelkovanın akrebi sürme, akrebin yelkovanı çekme mücadelesine şahit olur. Bu manzarayı seyreden ,seyretmekle yetinen insanoğlu ömrünün en büyük yanılgısına düşer.Zamanın ne kadar yavaş ilerlediğini düşünür.Işık hızını,ses hızını geride bırakıp bunların hepsini içine hapseden zaman mefhumunun yelkovan kadar hasta akrep gibi ölü olduğunu sanır ve zamanı hafife alıp "Bu mu  benimle yarışıyor?" kabilinden çetrefil bir yanılgının içinde bulur kendini.

Saat mefhumu müthiş bir dolandırıcı kisvesine bürünmüş, kıymetini bilmeyenlerle en acı alayını geçmekte… Akrebin ilerlemesini beklemek belki bir ömre bedel, yelkovanın koşusunu  seyretmek  yeni  yolculuklara  bir başlangıç…

Yolculuk, hiç  bitmez  ve bu yolculuklara beklemeler eklenir, hatta en sıkıcı anlarımız beklemelerimizden oluşur,  zaman ise hep aynı seyrinde, ilerlemekle gecikmek arasında gelir gider. Hipnoz misali gözlerimiz hep bu gelgitlere takılır. Zamanın ilerlemesini sabırsızlıkla bekleriz vederken gün olur ardımıza bakarız üzgünce...

Artık avuçlarımız nasırlaşmıştır.

O avuçlara neler sığdırılmış ve neler kaçırılmıştır o avuçlardan... Gözlerimiz görmez olmuş, kulaklarımız alıcılarını tüm seslere kapatmıştır.Artık içten içe bir ses çınlar kulaklarımızda... O anda zamanın darbesi yenmiştir. Yavaşlığına sövdüğümüz yelkovan, bir yelkovana  muhtaç olan  akrep o an tüm pisliğiyle sırıtır bize.

Zaman, tüm ağırlığıyla kayar elimizden ve  ezer bizi vurduğu  son darbeyle.
Olan olmuştur, artık bitsin denilen çocukluğumuz bitmiş, geçsin denilen  yolculuklar , kahrolası  acılar hiçbir şey ifade etmeyen sevinçler,  kırıp  kırılmalar boşa kurulan hayaller, her gün bir yenisi edinilen idealler ve daha neler  neler  uyuşuk yelkovanın , bir türlü yerinden kımıldamayan akrebin  mağrur adımları altında ezilmiştir.

Artık her bireri zamanın yumruğu karşısında yok olmaya mahkumdur .

Siz bir ihtiyarla hiç yola çıktınız mı diye sormaya gerek bile. Duymadan bir ihtiyarın ağır adımlarının verdiği çileyi bildiğinizi ve ne kadar sıkıldığınızı anlatmama gerek yok

E.T

19 Kasım 2010 Cuma

ENTERESAN AŞK - 1

ZAMAN: Tanpınar'ın Huzur romanında "Aşk, hissiyatın kelimelerle israfı değildir" demesinden tam 73 sene sonra...

MEKAN: Aşkın yasak ve imkansız olduğu kuytu köşeler...

Üç sene boyunca hergün göz göze gelmelerine rağmen gözden içeriye inemeyen bir kadın ve erkeğin hikayesi...

Hayat bildiğin çoban... O nereye isterse oraya gitmek zorundasın... Kimi zaman senin istediğin ile onun istediği örtüşür, kimi zaman çatışır. Bu hikaye ise tam ortasında... Çatışmakla örtüşmek arasında çırpınan bir hikayenin sahipsiz defteridir aslında...

Can Yücel öyle demiş zaten...

"Aşk, hiç aklına gelmeyen ve karşına nasıl çıktığını dahi anlamadığın biriyle yaşadığın şeydir"

Hikayenin kahramanları da kırk yıl düşünseler birbirlerine aşık olacaklarını akıllarına dahi getirmemişlerdir emin olun. Ama bu işler (özellikle kahramanlarımızın yaşadığı) mistik bir sistematiğe sahiptir ve çoğu zaman irade dışında, yığınla rastlantının bileşkesiyle filizlenir.

Yoksa üç sene boyunca sadece gördüğün zaman aklına gelip, kadrajından çıktıktan sonra unuttuğun birinin damarlarının her hücresine kadar nüfuz edebileceği gerçeği başka bir teori ile açıklanamaz.

Onlar öyleydi işte...

Sadece arkadaştılar. Hatta arkadaşlık mevzuatına uymayan hareketleri bile vardı. Oturup havadan sudan bahsettikleri vaki değildi bugüne kadar. Erkeğin ona dair hatırladığı tek şey kızın dayısıyla ilgili yazdığı, dergilere gönderdiği hikayeydi ve erkek kızı konuşkan, cana yakın; kız erkeği sessiz, sakin, kendi tabiriyle "etliye sütlüye dokunmayan" biri olarak tanımıştı. Hatta buna tanışma dahi denemez. İzlenim... Evet, aslında bu bir izlenimdi. Çünkü tanımak zaman alan bir eylemdi onlara göre.

Kimse havalara uçmasın... Aslında her aşkın başlangıcı klasiktir. Bu da öyleydi. Ama Yeşilçam melodramlarındaki gibi erkek ve kızın çarpışması neticesinde kitapların yere saçıldığı, kitaplar toplanırken atılan bakışlarla başlayan aşklar kadar olmasa da bir tarafın daha evvelden bir meylinin söz konusu olduğu aşklar gibiydi aynı.

Erkeğin kıza karşı nedenini bir türlü çözemediği bir sempatisi olmuştu hep. Çoğu erkek "valla seviyorum abi" yaftasının altında mutlaka insancıl hatta hayvansal bazı güdüler taşıyıp kendini kandırırken, o hep dürüsttü kendine. Tembelse tembelim diyebiliyordu. Ama şimdi "hoşlanıyorum. Ama neden?" sorusuna hep "bilmem" cevabını verir olmuştu. Halbuki rasyonel zihninin bunu kabullenememesi gerekirdi. Ona göre her şeyin mantıklı bir açıklamasının olması kadar mantıklı bir şey yoktu. Çoğu zaman müsait köşelerden kızın yüzüne dikkatli bakıp "Allah Allah, güzel olduğu için mi acaba?" derken yakalardı kendini.

Cevap: "Hayır, sadece bu değil. Eğer tek sebep güzellik olsaydı etrafta yığınla nesnel açıdan güzel kız vardı ve onlardan da hoşlanmam gerekirdi o zaman. Ama dur bi dakika... Güzelliğin de etkisi var elbet."

Doğru...

Kız güzeldi. Ama farklı bir güzellik vardı onda. Ya da bu farklılık aslında erkeğin marjinal bir güzellik felsefesine sahip olmasından da kaynaklanıyor olabilirdi. Bazı duygular üzerine gittikçe yoğunlaşır. O da bu duygunun üzerine gide gide nur topu gibi bir platonik sevgi oluşturmuştu dünyasında. Onu hep "Osmanlı saray kadınlarına" ya da "İngiltere'de Birmingham sarayının kaygan taşlarına elbiselerini süre süre yürüyen İngiliz asilzadelerine" benzetirdi. Gerçektende öyleydi. Yeterince doğal, fazlasıyla mütevazi bir güzelliğe sahip olduğu tartışılmazdı. Ama mütevaziliği yüzünden güzel olduğunun farkına bir türlü varamıyordu. Hatta aşklarının doruk noktasında erkeğin "Çok güzelsin" demesine gönül rahatlığıyla "Evet güzelim" diyemeyecekti bile.

Neticede erkeğin hissettiği duyguların salt güzellikle ya da fizyolojiyle ilgisi yoktu. Sanki kızdan inadına onun yüzüne çarpan tasavvufi bir duman yükseliyor gibiydi. Beyni allak pullak olmuştu. Üstelik yükselen bu dumanın etkisiyle kapitalist dünyanın dayattığı bazı nesnel faaliyetler yüzünden yolları sık sık kesişmeye başlamıştı. Gözlerine baktıkça dumanı daha çok hissediyor, damarlarında korkunç bir ufunet dolaştığını anlıyordu.

 Bir ay sonra "uzayda iki doğrunun kesişmesi" şeklinde algılanabilen dostlukları "uzayda iki doğrunun birbirne paralel uzanması" gibi matematiksel tevafuklara dönüşmüştü ve bunun tek sebebi kızdan yükselen o manevi dumandı.

Tamam, peki... Erkek kızdan yükselen mistik kokuyu teneffüs ettiği için bu duruma gelmişti. Peki kız? Kız da erkekten yükseldiğini düşündüğü bir hava hissediyor muydu? Hayır. Onun ki de kendinden yükselen o manevi havanın etkisiyle morfin yemiş tavuğa dönen erkeğin o halinden etkilenerek bugüne gelmişti. Yani kendi eyleminin farkında olmadan eylemin etkisini bir başkası üzerinde görüp etkilenen bir yapı çıkmıştı kız için ortaya. Kızın durumu aynen böyleydi. Yoksa durum açıklanacak gibi değildi.

 Eskiden birbirini gördüğü zaman selam verip geçen iki insan artık çıkış kapılarında birbirlerini bekler duruma gelmişlerdi. Önceleri "Su gibi" olan zaman artık "akrebin yelkovanı zorla çekmesi ya da yelkovanın akrebi iteklemesi" kadar çetrefelli bir hal almıştı. Erkeğin çektiği sigara dumanı içindeki hislere bulaşıp dışarıya "of" tarzında bir nida ile çıkıyor, cümlelerin sonunu hep ünlemliyordu. İkisinin de duyguları eşitlenmişti ama ortada çok büyük bir sorun vardı...

Susuşmak...

Evet... Susuyorlardı. Birbirlerine henüz bir şeyler itiraf etmemişlerdi. Sadece ders çıkışlarında bir yerlere gidip çay içmek dışında herhangi bir sosyal faaliyetleri de yoktu. Ama işte o çay içmeler esnasında ikisinin de canını sıkan bir sessizlik çöküyordu aniden. Susuyorlardı sadece... Arada bakışıyorlardı elbette fakat onları gören biri  "birbirlerini tanımıyorlar galiba" diyebilirdi çok rahat.

Yine susuşma seanslarından birindelerdi...

Erkek,dizlerinin titremesine rağmen tedirgin imajı vermemek uğruna söylediği "benim ellerim küçüklükten beri hep terler" yalanını doğru göstermek için elini sürekli peçeteyle siliyor, sonra ahşap masanın üzerindeki oyma desenleri incelemekle meşgul oluyordu. Kız da zarif gözlüklerinin arkasına sakladığı "bakmayın bizim ela olduğumuza, aslında hayat mavidir" diyen ve ışık yoğunluğunun olmadığı ortamlarda bile cam gibi parlamayı başaran gözleriyle sanki bir plan yapıyor gibiydi. Belli ki sıkılmıştı susmaktan. Bozdu sessizliği:

KIZ : Vehamet ne demek?

ERKEK : Vehamet... Hımm... Korku diye biliyorum... Hayırdır nerden aklına geldi?

Kız, masanın üzerindeki defteri süratle açtı hızla bir şeyler karaladı. Sonra defteri çevirerek erkeğe yazdığı cümleyi gösterdi...

"Sessizliğin asaleti, sensizliğin vehametinden evladır" 

Erkeğin dışa vurduğu tek tepkisi dudağını bükerek beğendiğini ifade etmek oldu. Gerisi içinde kopan vaveyladan başka bir şey değildi. Yine sustular...

Erkek bu uzun sessizliklerin sebebini anlamıştı. Taşması gerekiyordu.

ERKEK : Biz niye susuyoruz?

KIZ : Bilmem... Sence?

ERKEK : Ben buldum...Ama şimdi söylemeyeceğim... Sonra...

KIZ : Peki...

Arada geçen o üç gün erkeğin en uzun saatlerine şahit olması bakımından önemliydi. Artık taşacak ve açılacaktı. Ona göre bu sessizliklerin tek sebebi birbirlerini deli gibi sevdikleri halde açılamamalarıydı. Hayatında ilk kez tecrübe edeceği bu hadise onun için bir yeniden doğuştu. Üçüncü günün sonunda tekrar buluştular ve uzun süre sustular.

KIZ : Hani bulmuştun?

ERKEK: Neyi?

KIZ : Sessizliğimizin sebebini...

ERKEK : Buldum evet...

KIZ: Söyleyecek misin?

ERKEK : Söyleyeceğim...

KIZ : Dinliyorum o zaman...

Karşıya karşıya oturuyorlardı masada. Kız, dirseklerini masaya dayayarak ve gün içinde 80 milyon kere renk değiştirip bir mucizeye imza atan gözlerini kocaman açarak erkeğe doğru yaklaştı. Erkek günlerdir hazırlandığı için soğukkanlıydı ve hemen harekete geçti.

ERKEK : Ver ellerini...

Kız afalladı ilk anda... Kaşlarını "ne oluyor" dercesine çattı.

ERKEK : Versene ellerini...

Kız tedirgin uzattı ellerini... Böyle bir şey beklediği kesinlikle söylenemezdi. Bir süre bakıştılar. Kızın gözleri iyice açılmıştı heyecandan. Hareket ve koşuşturmanın cirit attığı kafede iki heykel gibi cansızdılar.

ERKEK : Şimdi... (Kafenin kapısını işaret ederek) Şu kapı açılsa ve içeri bizim sınıftan biri girse ellerini çeker misin?

KIZ : (Biraz düşündü) Çekmem...

ERKEK: Ben de çekmem...Peki herhangi biri girse ve bizi şu halde görse bizim hakkımızda ne düşünür? Ya da ona da gerek yok. Kafenin garsonları şu anda bizi görüyorlar. Sence bizim bu elele olan görüntümüz onlar için ne ifade ediyor?

KIZ : Anladım...

ERKEK : "Bunlar sevgili" diyorlardır değil mi?

KIZ : Büyük ihtimal...

ERKEK : Peki biz öyle miyiz? Sevgili miyiz?

KIZ : (gülümsedi) E büyük ihtimal...

ERKEK : Bence daha fazlası...Çünkü ben... Bu güne kadar bir insanı bu kadar özlediğimi, onun yanından ayrılırken bu kadar zorlandığımı hatırlamıyorum. Ve senin tabirinle "büyük ihtimal" bu sevgililikten daha fazla bir şey...

Kız bunları dinlerken gayri ihtiyari ellerini sım sıkı sıkmıştı erkeğin. Yine sustular... Ama bu sefer kız daha şiddetle sıkıyordu ellerini. Bu iyiye işaretin habercisiydi. Sonra kız hafifçe dolan gözlerle gülümseyerek erkeğe baktı ve erkeğin daha önce hiç duymadığı sımsıcak bir ses tonuyla

KIZ : Eee... Biz her şeyi baştan mı konuşacağız şimdi?

ERKEK : Büyük ihtimal...

Gergin hava yerini samimiyete bıraktı son söze gülünmesiyle...

(DEVAMI VAR)

A.S

10 Kasım 2010 Çarşamba

QUE VADİS? : NEREYE GİDİYORSUN?

Efsaneye göre...

Hz. İsa'nın çarmıha gerilmesinden uzun bir zaman sonra Roma'da, Neron'un zulmünden kaçan Hz.İsa'nın havarilerinden Petrus, kaçış esnasında Hz. İsa'yı bir ışık huzmesi halinde giderken görür.

Seslenir: Que Vadis? (Nereye gidiyorsun hazret?) 

Hazret-i İsa cevap verir: Sen benim ümmetimi yalnız bırakıp kaçtığın için, ben tekrar çarmıha gerilmek üzere Roma'ya gidiyorum.

Yani, mücadele gücünü kaybetmeden, kaçmadan, adaletin yerini bulması için çırpınarak, gerekirse ölerek hizmet etmen lazımdı demek istiyor Hz.İsa, havarisi Petrus'a...

Neyse... Konu bu değil...

Asıl konu Polonyalı yazar Sienkiewicz'in bu isimdeki kitabı...

QUE VADİS

I.Yüzyıl Roması'nda yaşananları ve Hz. İsa'nın gerçek ümmetini, Neron'u ve onun Roma'yı yakışını, zulmü adaleti müthiş bir üslup ve sürükleyicilikle anlatan bir kitap.

200 küsür sayfa okudum, önümde daha 400 sayfa olmasına rağmen kitap bitecek diye üzülmeye başladım. Günümüz politik kurgu aksiyon yazarlarından kat kat daha fazla bir sürükleyicilik... Bunun yanında duygulara hitap eden edebi bir üslup, aynı zamanda derin karakter tahlilileri olan psikolojik pasajlar...

Ama şaşırdım...

Bu adam Rus yazarlarla (Tolstoy, Dostoyevski vs.) aynı dönemde yaşamasına rağmen kitap hiç onların yazdıklarına benzemiyor. "Tabi ki benzemez, aynı ülkenin, aynı edebi anlayışın insanları değil" diyebilirsiniz ama.

Ne biliyim...

Demek ki o zamanlarda bile böyle kitaplar varmış...

Yıllardır kaybolmamış eşşeği arıyormuşuz...

Üstatla bitirelim...


"Otuzüç sene saatim çalışmış ben durmuşum
  Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum"

İNSAN ZALİM VE CAHİLDİR

Ben demiyorum...

Hazret-i Allah Ahzap Suresinin son ayetlerinde buyuruyor...

"Biz bu emaneti dağlara,taşlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten kaçındılar. Onu ancak insan yüklendi. O ne zalim ve cahildir" (Ahzab suresi)


İnsan hakkaten cahil...

Kendimden biliyorum... 

İnsan ve Hayat dergisiyle ilgili yazıda bahsettim "Dergiye yazmak isteyip de yazamamamdan"...

Editörle aramda geçen konuşmalar ister istemez beni "ideolojik göz ağrım" olan dergiden soğuttu  demek ki. Bugün elime derginin Kasım sayısı geçtiğinde, dergiye şöyle uzaktan baktım ve yüzümü buruşturduğumu hissettim. Hunharca dışa vurulan bastırılmış duygularımın beni esir aldığının farkına varmazdan evvel göz gezdirdim dergiye ve tepkilerim aşağı yukarı şöyle oldu:

Tepki 1: Peh! Ne kadar basit...

Tepki 2: Hikayeye bak. Hıh! Hikaye demeye bin şahit lazım. Hiç bir edebi değeri yok.

Tepki 3: Ee! Bu mu dergi şimdi? Bu kadar basit ve zayıf bir dergi mi olur?

Tepki 4: Yok yok... Beceremiyorlar bu işi...

Ne kadar kötü bir şey değil mi?

Önceleri de aslında derginin çok doyurucu olmadığını biliyordum ama ideolojik dürtülerim yüzünden bunu hiç bir platformda dile getirememiştim. Ama derginin beni sallamaması bütün fikir havuzumu pisletti ve bu duygularım hasta ruhlu insanların psikolojisiyle dillenmeye başladı.

Yazdığım yazıların kabul edilmemesinin bilinçaltımda açtığı derin kraterin içine su doldu. Yani bir kaşık suda fırtına çıkarıyorum. Yazılarımı kabul etmeyen editöre "edebiyattan anlamayan", dergiye ise "dolgun ve doyurucu değil" yaftası yapıştırıveriyorum.

Zor...

Freud amcanın gözünü seveyim. İnsan hakkaten engellenmişlik duygusu yaşayınca savunma mekanizmasının dibine vuruyor. Aslında benim ki nesnel açıdan bir savunma mekanizması değil bir saldırma mekanizması. Kedinin ulaşamadığı ciğere murdar dediği günden beri bu işler hep böyle. Ama bütün suç kedinin ulaşamayacağı yüksekliğe ciğeri koyan arkadaşta değil mi?

Saldırıyorum, kaçın!

8 Kasım 2010 Pazartesi

BEDDUA

Çalıştığım yerde servis şoförlüğü yapan, yılların eskitemediği eski kamyonculardan Erol Abi diye biri var. Kullandığı enteresan kelimelerle, daha önce hiç duymadığım deyimlerle sözel zeka geliştirmek için yanında staj yapılası bir insan...

Geçen pazar, KPSS 'ye giderken yolda gördüm kendisini... Dedim, "Dayı bana dua et, sınava gidiyorum"

Erol abi dua etti:

"Ellerin dert görmesin yüzlerin nur, 
Allah canığı almasın depin depin dur.
Anan buban rahat yatsın, sen gabir gabir gez."


Sınavda gözetmen tip tip bakıyordu zaten...

"Kendi kendine gülüyo, deli mi ne?"

:)

AHMET SAVAŞ

NEF'İ ADAMI NEFYEDER

Bir mukaddimeyle başlayalım...

Maliki mezhebine göre "köpek" temizdir. Hanefilere göre ise necistir. Yani, hanefi bir insanın elbisesine köpek salyası değse onunla namaz kılamaz. Ama maliki bir insan çok rahat kılabilir. Köpeğin de arapçasının "kelp" olduğunu söylemeye gerek yok zaten.

Şimdi...

Sultan IV.Murat zamanının devlet adamlarından "Tahir Paşa" isimli bir zat, dili gereğinden fazla uzun olup oraya buraya çarpmaktan heder olan şair Nefi'ye "kelp" yani köpek deme cürretinde bulunur. IV.Murat'a bile demediğini bırakmayan Nefi, kırık dökük bir paşaya laf atmadan duramaz. En sonunda şu dörtlüğü döker ortaya...

 "Bana Tahir efendi "kelp" demiş
  İltifatı bu sözde zahirdir
  Maliki mezhebim benim zira
  İtikadımca kelp tahirdir"

Tahir, arapçada temiz demek. Şair, hem mezhebinin şartlarını dile getirmiş, hem de kendisine "kelp" diyen Tahir Paşa'ya iade-i ziyaret yapmış. Yani komşudan aldığı tabağı boş göndermemiş...

Yine, dilini tutamadığı için idama götürülürken kendisini hicvetmek, dalga geçmek için "Rahmetli babama selam söyle" diyen devlet adamına "Efendim ben babanızın yanına değil, ananızın yanına gidiyorum" diyebilen bir adam Nefi...

Şu an yaşasaydı ne olurdu acaba?

Nasılsa idam cezası da yok....

:)

AHMET SAVAŞ

30 Ekim 2010 Cumartesi

İNSAN ve HAYAT

Şimdi kimse bana burda ideoloji laga lugası yapmasın...

Hemen herkes bir ideoloji seçer ve edebi şahsiyetine ideolojisi doğrultusunda yön verir. Edebiyat tarihi bunun gibi sayısız örneklerle doludur. (Nazım Hikmet, Mehmet Akif, Necip Fazıl) Saplantı düzeyine varmış ideolojik bir taassup içinde yaşayıp da salt objektif eser veren edebiyatçı sayısını yüzdeye vurduğumuzda ağzımızı açık bırakacak bir sonuç elbette çıkmayacaktır. Söz gelimi "Kemalist" bir romancı, "Muhafazakar" çizgide bir roman yazmaz.

O yüzden...

Edebiyatımla ideolojimi yeri geldi mi karman çorman ederim...Ama yeri geldi mi de birbirine dahi yaklaştırmam...

Neyse...

Bu mugaddimenin akabinde hadiseye geri dönelim...

İnandığım ideoloji ile aynı çizgide ilerleyen ve "Kirlenen toplum hafızasını yenilemek" düsturuyla yola çıkan "İNSAN ve HAYAT" dergisine yazı gönderme talebinde bulundum. Piyasadaki hiçbir derginin göstermediği şaşırtıcı bir ilgi ile karşıladılar beni. Anında dönüt alınan mailler, telefonla birebir görüşmeler vs...

Mesleğim itibariyle önce benden "Okuma Dersleri" başlığı altında okuma kültürü ile alakalı yazılar ya da deneme yazmamı istediler. Hatta üslup ve tarz önerisinde bile bulundular(!) Romantik kelimeler, ilginç benzetmeler, hoş cümleler istediklerini söylediler. Açıkçası deneme kısmı daha çok işime geldi. Çünkü vakit alan bir tür değildir, oturursun bilgisayarın başına ve 2-3 saat içinde bir sayfalık bir yazıyı rahatça oluşturursun. "Okuma dersleri" ile alakalı da "Sosyal Psikolojinin Okumaya Etkisi: Eyvah! Çocuğum Okumuyor!" adlı bir çalışmanın argüman taramasına da başladım ama dediğim gibi işime gelen tabiki denemeydi. Ben de önce aşağıdaki yazıyı gönderdim...



"İYİLİK - KÖTÜLÜK

Hayat dediğimiz kavram, başını cama dayayıp doğaya ait güzelliklere, çirkinliklere şahit olunan ve bu şahit olma esnasında ruhen de olsa serüvenden serüvene koşulan bir otobüs yolculuğuna benzer. Bu manalı yolculukta müşahede edilen iyilik ve kötülük kavramları aslında daimi çatışma halindedirler. Ezelden ebede kadar bünyesinde iyiyi ve kötüyü barındıran insan için iyiyi galip getirmek en büyük gayedir. Ruh ikliminin çorak arazisinde karıncayı ürkütmeyecek kadar sessiz ama dağları yerinden oynatacak kadar sarsıcı bir meydan muharebesi yaşanır bu gaye için. Ama bu meydanın gerçek sahibi olan insan bunun farkına varamaz. 

Çünkü işin sırrı bu noktada hunharca düğümlenir.

“İdrak gemisinden” başka vasıtaların geçmediği yerlerde yaşanan bu mücadele kimi zaman bir deniz feneri misyonuna bürünerek “idrak gemisine” ışık tutar. Eğer gemi, aldığı bu ışıkla yönünü tayin ederek kurtuluş rotasına girerse savaşı “iyilik” kazanmış demektir. Ama gemi, kendisi için çakılan şefkat fenerine sırtını döner, rotasını mağlubiyet karanlığına çevirirse “kötülük” bünyeyi tahrip etmeye çoktan başlamıştır ve madden/manen bu kabul edilemez bir haldir. Çünkü, inişlerin varlığı olan insan için yükseliş tek çaredir. Bu yükseliş “iyilik” dalına tutunmaya her daim muhtaçtır. Fakat burada yükselişin mahiyeti de en az “iyilik” kadar önem arz eder.
Müdahili bulunduğu her çevreye kanma eğilimi gösteren insan, parlak ışıkların ve gözde mekânların büyülü dünyasına girdiğinde tesir altında kalır ve yükseldiğini zanneder. Tozlu raflar arasında yıllardan beri durduğu halde içinde kâinatın sırrını barındıran bir kitaptansa, içi boş ama kapağı özenle tasarlanmış bir kitabı tercih edecek kadar ileri gider. Ona göre yükselişin sırrı buradadır. Fakat madalyonun öbür yüzü, yüzleri ekşitecek acı gerçekleri haykırmaktadır. İnsan iniş ve çıkış arasında sıkışmıştır. Bu yüzden maddi çıkışların kendisini inişlere sürüklediğini, manevi çıkışların ise heybesine maddiyatı da aldığını düşünemez. Düşünse bile “kötülük” ordusuna esir olduğundan harekete geçmekte aciz kalır. İşte bu yüzdendir ki “yükselmek” madden ve manen farklılık arz eder ve insan bünyesinde yaşanan o çetin harbin kaderini “yükselmek” arzusu belirler. Yükselmeyi hedefleyenlerin “iyilik” ordusuna, görünmeyen ama varlığına iman edilen askerler yardım ediyor demektir.

En nihayetinde insan, hayata iyi ile kötü arasındaki mücadeleyi yönetmek ve kötülüğü yenerek iyilikler ülkesine gitmek için gelmiştir. Attığı her adımda yeni bir “yol ayrımı” bunalımı yaşamak ve bir tarafı seçmek zorunda olmak insanın kaderidir. Tarafsızlık dediğimiz unsur, aslen iki kavram arasında bir yerlerde gibi dursa da bu mücadelede taraf tutmamak kötünün yanında yer almak demektir.

Bu da insanın hayat gayesine aykırıdır… "

Bu yazının akabinde herhangi bir dönüt gelmedi. Ağır geldiğini düşündüm önce. Nitekim yazı, tasavvuf kültürüyle alakalı temel meselelere değinen bir yazı ve dergini hitap ettiği hedef kitle itibariyle tanıdık bir meseleye el atıyor. Neticede bu yazıyla alakalı bir değerlendirme gelmedi. Ben de hedef kitle unsurunu göz önünde bulundurarak daha soft, daha yumuşak şeyler yazıp yolladım:



“ETRAF”

Gecenin görmediği gündüzleri deşerek, gideceği yere sadece beni götürecekmişçesine önüme yanaşan kırık yarık bir şehirlerarası otobüsün merdivenindeyim… Helak olmak üzere olan kavimlerini terk ederek, arkalarına bakması yasaklanan peygamberler gibi arkama bakmamaya yemin ettim… Her an yok olacakmışım korkusu değil de, otobüs yolcuğuyla hayatı bağdaştırma telaşı dizlerimi titretiyor… Tek amacım, “etrafa” bakmak… Sadece “etrafa”… Biletimde “gideceği yer” kısmını tırnağımla kazıyarak siliyorum son durakta bekleyenleri olan yolculara inat… Zaten bu hayatta beni bekleyen kimse yok… İndiğim duraklarda kimseye sarılmadım ben, otogarların egzoz kokulu peronlarından çıkmama kimse yardım etmedi bugüne kadar… Hem otogarlarla ilgilenmem pek fazla… Otobüsün lekeli camından süzdüğüm “etraf” benim yüreğim olur.

Çünkü hayat, daima yüreğe bakmayı gerektirir.

Otobüs bugün, her zamankinden daha soğuk…. Ya yolcuların öfke lekeli ciğerlerinden soğuk nefesler çıkıyor, ya da ben üşüme nöbeti geçiriyorum. İnsan, heyecandan üşürmüş… Belki ben de üşüyorum otobüsün hareket etmesinin heyecanıyla… Olsun, üşümek de güzel… En azından, geçilen soğuk semtlerde, bacasından duman tütmeyen evlere arkadaş olurum… Zaten benim işim bu… Yolculuğumu gördüğüm semtlerin meydanına, gördüğüm insanların fikriyatına dokunarak yapmak…

Mütevazı dükkânların üzerinde, balkonlarında çayların içildiği, asırlık muhabbetlerin kaynadığı, senelerdir dönen dünya ile birlikte dönmüş ve artık yorulmuş bünyelerin balkonda oturup, gün boyu bahçede oynayan çocukları seyrettiği halim-selim evleri geçer geçmez, korkan çocukların battaniyenin altına girmesi gibi yemyeşil bir örtünün içine saklanıyoruz. Atıştıran yağmur, açık yeşili koyu yeşile, koyu yeşili ise efkârlı bir siyaha dönüştürüyor. Asfalt gökyüzüyle aynı rengi almanın mağrurluğuyla üzerinde dönen tekerleklere düşman kesilir gibi aynı… Bütün bu hareketli manzaralar, kırmızı ışığın alev gibi parlamasıyla bir anda sükûnet buluyor. Önüne çıkan her şeyi ezip geçecekmiş gibi acımasızca akan trafik bir anda yorgun bir sessizlikle ölüyor. Otobüste ise aynı ritimden hiç bıkmayan motor sesinin yerini yolculardan yükselen ufak tefek ama düzensiz fısıltılar alıyor.
Şimdi yolcuları izliyorum…

Hepsinin gözünde ayrı heyecanlara vesile olan ayrı dertli bakışlar var. Hatta kimisi mutlu olmaktan bile dertliymiş gibi bakıyor yağmurun ıslattığı pencereden… Aynı noktaya gidip, aynı durakta inen insanların farklı hayatları tecrübe etmeleri ne kadar garip…. İnsan bunu düşünemiyor ne yazı ki..
Yolculuk, hayatın panoramasıdır aslında… Hayat süren insanoğlu, aynı otobüsteki yolcular gibi bir noktaya gitmiyor mu? Saatlerce aynı yolculuğu yapıp, son durakta birbirini tanımamış, hatta hiç görmemiş gibi davranan insan, hayatın son durağında da aynı şeyi yapmayacak mı?

Cevabı buluyorum…

Dünya, hayat yolunda son sürat ilerleyen bir otobüs aslında… Şimdi olduğu gibi hepimiz son durakta inmeyi düşlüyoruz… Korkularımız her zaman vardı, bundan sonra da olacak… Buna engel olmak mümkün değil… Çünkü her otobüs bir son durakta durmak zorunda… O yüzden yaşamak da yolculuk gibi “etrafa” bakınca, kıymetini bilince anlam kazanıyor…


Bu yazıyı gönderdiğimin ertesi günü editörden dönüt geldi. Kendisi telefonla aradı ve şuna yakın şöyler söyledi.

"Ahmet bey, yazınızı okuduk, inceledik. Çok harika benzetmeleriniz var. Çok hoş paragraflar oluşturmuşsunuz. (Hatta birkaç tanesini okudu). Ama biraz daha çalışmaya ihtiyacınız var. Mesela "helak olmak üzere olan kavimlerini terk ederek arkasına bakması yasaklanan peygamberler gibi arkama bakmamaya yemin ettim" cümlesiyle ilgili arkadaşlar, "3 manası var, ikisi doğru anlaşılsa biri yanlış anlaşılır" diye not almışlar. "Kırık yarık bir şehirlerarası otobüs" ifadesindeki "kırık yarık" kısmını tercih etmiyoruz. "Yolcuların öfke lekeli ciğerlerinden soğuk nefesler çıkıyor" ifadesindeki öfke lekeli kısmını tasvip etmiyoruz. Bunlar çok kirli ifadeler. Hikaye yazıyor musunuz? Bence hikaye de yazmalısınız. Zaten arkadaşlar bunu hikaye olarak nitelemişler. Bir de "kirlenen toplum hafızasını temizlemek" prensibimiz olduğu için yazılarda "fayda" unsurunu arıyoruz. Mesela arkadaşlar bu yazıyı "sıla-i rahim" kavramına bağlayabileceğinizi yazmışlar. O yüzden "fayda" bizim için çok önemli."

1-) Editörün "arkadaşlar" diye tabir ettiği adamlar kimler? Bu "arkadaşlar" neye göre edebi hakimlik yapıp kelimeleri, cümleleri infaz edebiliyorlar? 

2-) Edebiyat'ta sürekli "sanat için mi, toplum için mi?" tartışması olmuş. Ben sanat için olduğunu düşünüyorum ve ona göre yazıyorum. Benim bu edebi özgürlüğümü neden "fayda" prangasıyla prangalıyorlar? 

3-) Yazıyı herhangi bir yere bağlamamak eskiden beri gelen bir Sait Faik üslubu. İzlenim edebiyatçılığı gibi bir şey. Neden ben "bir otobüs yolculuğu izlenimleri" konulu bir yazıyı "sıla-i rahim(akraba ziyareti)" konusuna bağlıyayım ki? Böyle bir zorunluluk edebiyatta var mıdır? Yoksa neden dayatılıyor, varsa benim niye haberim yok?

Bu soruları telefonda nefes almadan konuşan editörü dinlerken sordum kendime. Evet kendime sordum. Ona sormadım. Çünkü yetiştiğim tasavvufi ahlak ve derginin yer aldığı ideolojik kulvar onu benim gözümde dokunulmaz kılmış ve bu soruları içime atmama vesile olmuştur. 

"Tamam, ben biraz uğraşayım. Zor ama napalım. Dediğiniz gibi olsun" diyerek, benliğimi ayaklar altına alarak telefonu kapattım. Telefonu kapatmamdan tam bir hafta geçmesine rağmen ve bu geçen bir hafta içinde hergün uğraşmama rağmen yazıyı bir türlü "sıla-i rahim" konusuna bağlayamadım. Çünkü bir kere ben mevzuyu kabul etmiyorum. Doğruluğuna inanmıyorum. Her backspace tuşuna basarken "böyle şey mi olur" diye basıyorum. Binbir güçlükle geçen bir sancılı dönem sonunda saçma sapan bir şey oluşturup, zorlama olduğu kırk metreden anlaşılan bir yazı yazıp yolladım:


"Gecenin görmediği gündüzleri deşerek, gideceği yere sadece beni götürecekmişçesine önüme yanaşan bir şehirlerarası otobüsün merdivenindeyim. Attığım her basamak beni tedirgin bırakan bir çığlık koparıyor prangalar vurulmuş semtlerde… Her an yok olacakmışım korkusu değil de, otobüs yolcuğuyla hayatı bağdaştırma telaşı dizlerimi titretiyor… Bu yüzden arkama dahi bakmadan biniyorum otobüse… Nihayet noktasında küçücük bir umut huzmesinin billurlaştığı karanlık yolları andıran otobüsün sessiz koridoru gülümsüyor sanki… Bu gülümsemeye karşılık vermek zorundaymış hissiyle geriliyor yüzüm ve serin bir tebessümle oturuyorum koltuğa…

Önce yolcuları izliyorum…

Hepsinin gözünde ayrı heyecanlara vesile olan ayrı dertli bakışlar var. Hatta kimisi mutlu olmaktan bile dertliymiş gibi bakıyor yağmur lekeli pencereden… Yüreklerden gözlere ulaşan gökkuşağı renkli umutlar hep bir an önce gitmek istediği yeri sayıklatıyor pervasızca… Aynı noktaya gidip, aynı durakta inen insanların farklı hayatları tecrübe etmeleri ne kadar garip? Fakat yaşamanın kuralı da bu değil midir aslında?… Her yolculuk bitişinde halka halka kümeleşip farklı şeritlere geçer insanoğlu… Her halka yeni bir zincire takılır ve yaşam bu zincir üzerinde gider gelir…

Otobüs bugün, her zamankinden daha soğuk…. Ya yolcuların sakin ciğerlerinden soğuk nefesler çıkıyor, ya da ben üşüme nöbeti geçiriyorum. İnsan, heyecandan üşürmüş… Belki ben de üşüyorum otobüsün hareket etmesinin heyecanıyla… Olsun, üşümek de güzel… En azından, geçilen soğuk semtlerde, bacasından duman tütmeyen evlere arkadaş olurum… Zaten benim işim bu… Yolculuğumu gördüğüm semtlerin meydanına, gördüğüm insanların fikriyatına dokunarak yapmak…

Mütevazı dükkânların üzerinde, balkonlarında çayların içildiği, asırlık muhabbetlerin kaynadığı, senelerdir dönen dünya ile birlikte dönmüş ve artık yorulmuş bünyelerin balkonda oturup, gün boyu bahçede oynayan çocukları seyrettiği halim-selim evleri geçer geçmez, korkan çocukların battaniyenin altına girmesi gibi yemyeşil bir örtünün içine saklanıyoruz. Akreple yelkovan asfalta düşman kesilen tekerlerin hızıyla dönüyor ve zaman, şiddetli debisi olan bir nehir gibi akıyor şelaleleri kıskanırcasına. Dönülen her viraj, kat edilen her mesafe yolcuların gözündeki ışığı biraz daha artırıyor gecenin korkusuz karanlığına inat. Uyuşan zihinler tekrar tazeleniyor… En sonunda, girilen otogarla birlikte herkesin yüreği ferahlıyor aniden… Bütün bir yol boyunca kalabalığın içinde yalnızlaşan insanlar artık yalnızlığın içinde kalabalıklaşmaya başlıyor… Yayılmış demirleri çeken birer mıknatıs edasıyla her zincir kendi halkasını çekiyor ve yolculuğun hemen başında umut ekilen topraklardan hasretle sulanan vuslat ağaçları yeşeriyor.

Tekrar yolcuları izliyorum…

Kimi yorgun gözlerle, evinde sabır ateşiyle demlenmiş çayı düşünüyor; kimi yıllardır görmediği yakınlarına ne hediye götüreceğinin kararsızlığıyla otogarı adımlıyor, kimi de kendisini bekleyen neşeli kalabalıkların arasına katılarak gözden kayboluyor… Birleşen halkalar canlanıyor gözümde…
 

İnsanlar halka halka zincirleşiyor ve hayatı anlamlandırmak için birbirlerine daha sıkı tutunuyorlar…"




Yazının hemen altına da şu notları düştüm:


 

Yazıyı dediğiniz gibi "sıla-i rahim" temasına elimden geldiğince döndürmeye çalıştım. Çalıştım diyorum çünkü başarabildiğimi düşünmüyorum. "Bir yolculuk izlenimini, karamsarlıkla umut arasındaki duygularla anlatan bir yazıyı" , "tamamı umutla kaplı bir sıla-i rahim" potasına sokmak çok zorladı beni. "Fayda" konusunda da sorun yaşıyor olabilirim. Daha önce altında "fayda sağlayan temaların yattığı yazılar" yazmadım. Çünkü edebiyata bu gözle bakmadım bugüne kadar. Edebiyat benim için kelimeler ve cümlelerin okuyanlarda hoş bir tat bırakması ya da belli bir ahenkle insanları rahatlatması için özgürce kullandığım bir alandı. O yüzden yazıyı değiştirirken çok zorlandım. Alışkın olmadığım için, belli bir mesaj verme kaygısı cümlelerime yansıyor ve huzursuz oluyorum. Zaten bir yazıyı değiştirmek, yeni bir yazı yazmaktan çok daha zordur.

Bu bağlamda size bir kaç sorum olacak:

1-) Zaten tamamı "fayda" üzerine kurulmuş bir derginin edebiyat köşesinin de "fayda" temasına bürünmesi zorunlu mu?
2-) Tasarladığınız edebiyat köşesi salt "okuma zevki yaşatan ve insanda kelimelerin kullanımı neticesinde hoş duygular uyandıran yazıların bulunduğu bir köşe olsa acaba derginin prensiplerine aykırı mı davranılmış olunur?
3-) Dergide herhangi bir edebi tür limanına sığınmayan serbest yazılmış yazıların yer alması sıkıntı oluşturur mu?
4-) Ve yazılan her yazının bir yere bağlanması zorunlu mu?

Bu noktalarda beni aydınlatırsanız bundan sonraki yazılarımı daha rahat yazabilirim.


 5 gün sonra yanıt geldi. Hem de telefonla... Editör şunları söyledi:


"Ahmet bey, bahsettiğiniz fayda konusunda ısrar ediyoruz. Çünkü prensibimiz, kirlenen toplum hafızasını temizlemek... O yüzden bir satır bile olsa "fayda" arıyoruz yazılarda. O değil de bizim şu an hitap şekilleriyle alakalı bir yazıya ihtiyacımız var. İşte "insanlara nasıl hitap edersek onlar bizi doğru anlar, şu insana şurda şunu dersek ne anlar" gibi sorulara cevap arayan bir yazı arıyoruz. İlgilenirseniz seviniriz."

"Tamam bakarız" dedim ve kapattım. Çünkü yazdığım yazıyla, çektiğim çileyle, verdiğim emekle ilgilenen kimse yoktu oralarda.

Fazla söze gerek yok. Mesele kısmen de olsa anlaşıldı. 

Eğer Türkiye'de gerçekten dergicilik bu şekilde işliyorsa yazık oğlu yazık bu ülkeye... 

AHMET SAVAŞ 















MERHABA

Bazı insanlar saçmalamayı sever...

İki saçma insanın eften püften enstantanetik saçmalamacaları olarak algınabilir bir sitedir bu...

Fazla beklenti sarsar...

Büyük beklentiler büyük hayalkırıklığı getirir...

Burası bizim atlarımızı istediğimiz gibi koşturduğumuz bir arenadır. Yazılan yazılar tartışılamaz, sorgulanamaz. Demokratik takılan aristokrat burjuva zihniyetine bir gönderme yapmak istemiyorum. Çünkü sosyolojik alt yapımız buna müsait değil. Altın üst, üstün alt hakkında atıp tutması ne alta ne üste fayda sağlar. Ama eğer karşı çıkan olursa diyeceğim şey şudur:

"Hava karardı, hadi evinize"