30 Ağustos 2012 Perşembe

28 Ağustos 2012 Salı

(ÇİŞ)İŞİMİZ VARRRR'dan bir bölüm... Nostalji :)


(Ofis dekoru... Masada oturan gözlüklü bir müdür ve hemen yanı başında bekleyen Selami ve Sermet... İkili sabırsız gibi bekleşmekteler. Müdür de önündeki dosyanın sayfalarını çok yavaş çevirmektedir.)

(Sermet, sıkılmış gibidir. En sonunda sabrı taşar.)

SERMET – Müdür bey, vinç çağıralım mı?

MÜDÜR – (Yavaşça döner) Niye?

SERMET – Sayfaları çevirmek diyorum zor geliyorsa... Tanıdığım iyi vinçler var da. Yani, ben yoruldum resmen siz o sayfaları çeviremedikçe be. E tabi bi yerde siz de haklısınız, devletin yükü ağırdır.

MÜDÜR – İstemez...

SERMET – (Selami'nin kulağına fısıldar) Oğlum, ben bu adamı biçerim. Bak beni zorla getirttin buraya zaten, yemin ediyorum hır çıkartırım. 20 dakkadır bekliyoruz, adam yüzümüze bile bakmadı lan.

SELAMİ – Rahat dur Sermet... Adam işini yapıyor.

SERMET – İş mi? Ulan bu adam, devlet dairesi dosya sayfası çevirme departmanında bile çalışamaz be. Baksana şuna. Dünyayı yitirmiş ahiretten kredi alır gibi yavşamış şerefsizim.

SELAMİ – Bana bak... 2 aydır, işşisiz ve açız... Şurda ağız tadıyla bi iş bulucaz, adamın burnundan getirtme...

(Müdür, kafasını dosyadan kaldırıp, bizimkilere bakar)

MÜDÜR – Buyurun. Ne istemiştiniz?

SERMET – Biz yarım kilo ilgi, bi kilo da alaka istemiştik. Bulunur mu siz de acaba?

SELAMİ – (hemen araya girer, şirin davranır) Eee efendim, biz iş bulmak için gelmiştik. Dediğiniz evrakları sekreterinize verdik. O da bizi size gönderdi. Konuşmak için. (Heyecanla cevap beklemekte)

MÜDÜR – (Gayet sakin) İyi... (Tekrar, işine döner)

(Selami'nin gülen çehresi bir anda ciddileşir.)

SERMET – Selami, geç şöyle (selami'yi itip, kendisi öne geçer)

SELAMİ – Sermet, yapma (Engellemeye çalışır)

SERMET – Çek lan elini...

MÜDÜR – (Başını yine yavaşça kaldırıp bakar) Ne yapıyorsunuz siz?

SERMET – Biz mi? Biz, 3 aydır menemen denen kimyasal karışımdan başka boğazından hiçbir besin maddesi geçmemiş, açlıktan ağzı fosseptik çukuruna dönüşen, 3 aydır iş bulma kurumlarının fayanslarını eskitmiş birer balta olarak, sizin gibi bir ağaca saplanmaya çalışıyoruz efenim. Ama gövdeniz biraz sağlam olduğu için aşmak zaman alıyor elbet.

MÜDÜR – (Sakin) İyi... (Tekrar işine döner)

SERMET – (Şaşkın. Sermet'e döner) Ulan adamın ağzına s....çtım, gıkı çıkmadı be. İnsan bi tepki verir, tadı güzelmiş, ya da tuzu eksikmiş
der. Ne hayvan adammış lan bu. (Tekrar müdüre döner, sesini yükseltir) Müdür bey! İş arıyoruz, iş...

MÜDÜR – (İşiyle ilgilenmektedir) Geçin şöyle...

(Selami ile Sermet koltuklara otururlar)

MÜDÜR – Adınız?

(İkisi de aynı anda isimlerini söylerler. Müdür, ikisine bakar.)

MÜDÜR – Adınız?

(Yine ikisi de aynı anda isimlerini söyerler. Müdür, yine bakar)

SERMET – Yaw, müdürüm, sen de adınız diyosun. Biz öyle kibarlıktan anlayan insanlar değiliz ki. Biz direkman hödüğüz yani. Sen kendini kasma boşuna. Di mi Selami, yanlışsam düzelt.

SELAMİ – (Tedirgin) Ee, evet... Sermet doğru söylüyor. (Şirin)Mesela, Siz şimdi, yine adınız diyin. Biz yine aynı anda cevap veririz, o derece yani.

MÜDÜR – Hasibinallaah...

SERMET – Müdürüm, sen öyle biz her laf söylediğimizde Allah'a da sığınma. Yoksa, maazallah cennete filan gidersin, huriler kapı dışarı eder seni.

MÜDÜR – O niye?

SERMET – Valla, ben huri olsam bu yavaşlıktaki bi adamla mesai yapmam. Yani, öbür taraf sonsuz diye işin cılkını çıkarmak mantıksız tabi. Sonsuza kadar seni mi bekliycem ben?

MÜDÜR – (Selami'ye döner) Adın ne?

SELAMİ – (Yine yalancı bi şirinlik) Selami, efendim...

MÜDÜR – (Gözlüğünün altından bakar) Soyadın var mı?

SELAMİ – (Bi anda ciddileşir) Nasıl yani?

MÜDÜR – Evladım, soyadın ne?

SELAMİ – (Hatırlar şirinlikle) Ha soyadımı soruyosunuz, ben de var mı deyince, bi anda yok mu acaba diye düşündüm... O yüzden...

MÜDÜR – Evladım, mesai bitene kadar soyadını söyliycek misin? Yoksa güvenliği çağırayım mı?

SELAMİ – Kelam efendim benim soyadım... Selami Kelam...

MÜDÜR – Daha önce bi yerde çalıştın mı?

SELAMİ – (Sermet'e bakar, kaş göz işareti yapar, ne diyim manasında, Sermet de yok de işareti yapar)Ee, yok... yok... Çalışmamışım
efendim.

MÜDÜR – (Müdür yine bakar) Çalışmamışsın. Senin haberin yok yani çalışmadığından öyle mi?

SELAMİ – Valla bilmem... Vardır herhalde... Yoksa, hangi salak çalışıp çalışmadığını bilmez değil mi?

(Müdür "ÇATTIK" dercesine bir el hareketi yapar)

MÜDÜR – (Sermet'e döner) Adın?

SERMET – Sermet Rahmet...

MÜDÜR – Soyadın?

SERMET – İşte Rahmet dedim ya... Daha ne diyim?

MÜDÜR – (Müdür, gözlüğünü çıkarıp, gözlerini oğuşturur) Biri soyadını unutur, biri soyadıyla beraber adını söyler... Nerden çıktınız lan
siz benim karşıma sabah sabah? Biri para mı verdi size gidip müdürü fitil edin diye...

SERMET – Valla, öyle bi şey yapmamız için para verseler, sen 73. beyin travmasını, 24. kalp krizini çoktan geçiriyo olurdun. O yüzden problem yok, devam et...

MÜDÜR – (Tekrar işine döner) Evet, şimdi adını ve soyadını söyle...

SERMET – Sermet Rahmet

MÜDÜR – Daha önce çalıştın mı?

SERMET – Nerde?

MÜDÜR – Ne biliyim ben nerde?

SERMET – E o zaman niye soruyon?

MÜDÜR – Evladım, herhangi bi yerde çalıştın mı diyorum.

SERMET – Ha öyle... Valla en son ortaokulda müzik dersine çalışmıştım. O da çıtır müzik hocası yüzünden...

MÜDÜR – Niye?

SERMET – Notaları ezberleyene sürpriz var diyince, ben de tabi, çağın getirdiği biyolojik hasletler itibariyle sürprizi şey zannettim

MÜDÜR – Ney zannettin?

SERMET – Şey işte

MÜDÜR – Ney işte?

SERMET – Müdür, Rtükle muhatap etme beni anla artık...

MÜDÜR – Tamam anladım. E, neymiş peki sürpriz?

SERMET – Ne biliyim ben...

MÜDÜR – Nasıl? Notaları ezberlemedin mi?

SERMET - Yo... Çalıştım ama ezberleyemedim. İşte o günden bugüne hiçbir şey, beni o zaman ki kadar çalışmaya teşvik etmediği
için hala işsizim gördüğünüz gibi.

MÜDÜR – İlla bi organın teşvik etmesi lazım kardeşim. Git, oku, çalış, tırmala, parçala. Bizi buraya el arabasıyla mı getirdiler sanıyorsun? Alnımızın teriyle geldik.

SERMET – Müdür, bana küçük Emrah edebiyatı yapıp kendini küçültme, ayrıca banane senin pis alnının, leş kokulu terinden be.

MÜDÜR – Emeğe saygı gösterin birazcık...

SERMET – Siz de emekçiye saygı gösterin birazcık..

(Sermet, müdüre hamle yapmak isteyince Selami engel olur, ortamı yumuşatmaya çalışır)

SELAMİ – Yapma Selami dur... (Müdüre döner) Müdür bey siz aldırmayın ona, onun alt çenesi gereğinden fazla inip kalkar da  ... Devam edin siz lütfen...

MÜDÜR – Evet, nerde kalmıştık en son...

SERMET – (Yine hamle yapar,) En son ben seni parçalayacaktım, yarım kaldı....

(Selami yine araya girer)

SELAMİ – Beyler lütfen ama lütfen... Sermet sakin ol bi, otur şöyle..

SERMET – Selami, bu adam beni sabır taşı zannediyo, söyle ona ben bi çatladım mı, alayınızı ssss....

SELAMİ – Şiişşt... Sermet... Abi napıyosun lütfen, gözünün yağını yiğim...

SERMET – Tamam ulan, uzun etme, otur... İyiyim ben...

(Kısa bi sessizlik olur. Sonra Müdür tekrar bozar sessizliği)

MÜDÜR – (Sermet'e) Daha önce bir yerde çalıştın mı?

SERMET – Çalıştım...

MÜDÜR – Nerde?

SERMET – Benzincide...

MÜDÜR – Ne yapıyodun benzinlikte?

SERMET – (Sinirlenir) Mazot üretiyodum... Yaw müdür adamı ayar etme, benim gibi bi adam benzinlikte ne yapar?

MÜDÜR – Ne yapar?

SERMET – (Selami'ye bakar) Bak görüyor musun, zorla söylettirmeye çalışıyor soğan cücüğü... (Müdür'e döner) Müdür, istediğin kadar
edebiyat, kelime oyunu, cümle hokkabazlığı yapabilirsin, ama bana pompacıydım dedirtemezsin. (Bi anda, ne dedim ben ya şaşkınlığı yaşar, Selami de napıyosun dercesine bakar)

MÜDÜR – (Sırıtarak, yazar) Pom-pa-cıı...

SERMET – Yazdın mı lan yoksa?

MÜDÜR – (Kahkahaya boğulur) Yazdım tabi...

SERMET – Ulan adama bak, beni bütün iş adamlarına maymun diye kakalıycak... Bana bak, sil o pompacıyı, başına iş alma... Her ne kadar resmi olarak Pompacılığı bıraksak da arada bir rica üzerine pompalama yaparız...

MÜDÜR – Oturur musunuz yerinize lütfen...

SERMET – Tamam hadi, uzatma... Bize iş var mı yok mu onu söyle...

MÜDÜR – (Bir yandan da sayfaları karıştırmakta) Size iiiişşş... Size işşş.. Size iş... Tamam buldum...

(İkili heyecanlanırlar. Tam bu sırada, bir gonk sesi duyulur. Müdür, hemen defteri kitabı kapatıp kalkar ve giderken)

SERMET – Nereye lan?

MÜDÜR – Mesai bitti...

SERMET – (Müdür'ün üstüne atılır) Ulan ben senin...

(PERDE KAPANIR)

(Ç)İŞİMİZ VARRRR'dan bir bölüm... Eski günlerden...


(Sermet, Selami ve Süha bir çay bahçesinde oturmaktadırlar.Masa da tost, hamburger vs artıkları, boş tabaklar, bardaklar şişeler vs.Sermet ağzındaki son lokmayı yutar)

SERMET : (karnını tutar, doydum edasıyla) Ooyyy... Çok şükür bugün de doyduk...

SELAMİ : Valla kesene bereket Sühacım... Uzun zamandır tost yememiştim... Allah razı olsun...

SÜHA : Kesene bereket mi?

SERMET : Harbi lan Selami biz en son ne zaman böyle bişey yedik?

(Göz kırpar Selami'ye gülümseyerek.. Selami de Süha'ya çaktırmadan tamam işareti yapar sırıtarak)

SELAMİ : (İmalı) Valla bilmem ki... En son senin kışlık ceketinin iç cebinden üç zeytin çıktıydı... Onu hatırlıyorum bi...

SÜHA : (Şaşkın) E biz yaz ayındayız...

SERMET : Ne ulan? Kış meyvesi yazın yenemez mi? Soğuk hava depolarında saklıyorlar ya.

SÜHA : Sizin elbise dolabı soğuk hava deposu mu?

SERMET : Değil ama üç ayda üç zeytinin son kullanma tarihini geçirtecek kadar da işe yaramaz değil...

SÜHA : Abi ne boktan bi hayatınız var ya... Üç zeytinle ömürmü geçer...

SELAMİ :  Geçmez ama sağolsun senin gibi dostlarımız sayesinde karnımız doyuyo...(Yine göz kırparSermet'e)

(Garson gelir ve hesabı bırakır. Kimse fişe uzanmaz...Birbirlerine bakarlar... Sermet, Süha'ya çaktırmadan fişe doğru hafifçe üfler ve fiş Süha'nın kucağına düşer. Selami gülücek gibi olur ama Sermet kaşlarını çatınca Selami toparlanır)

SÜHA : Noluyo ya?

SERMET : Rüzgar rüzgar...

(Süha fişi alır tekrar yerine koyar. Sermet sinirlenir...Tekrar üfler... Fiş yine Süha'ya gelir)

SÜHA : Hay Allah...

(Süha bardağın altına koyar fişi.. Sermet, patlamak üzeredir, Selami "dur, sakın" manasında kaş göz işareti yapar ama artık çokgeçtir.
Sermet patlar)

SERMET : Lan oğlum şebek ettin beni burda lan... Kırk takla attım anla diye... Ne tomruk beyinli adamsın lan sen.. (Bağırır) Hesabı öde diyorum hesabı....

SÜHA : Ne? Ben mi ödüyorum?

SELAMİ : Abi biz ödeyemeyiz ki... Baksana tipimize.. Hiç hesapödiycek göz var mı biz de?

(Sermet tabağı Selami'nin kafasına fırlatır)

SERMET : Lan salak! Öyle mi denir o? (Süha'ya döner) Hiç hesap ödeyebilecek göz var mı demek istedi gerzek. Durumumuz yok diyo yani..Sen ona bakma... Şimdi al şu fişi, kasaya doğru uygun adım marş... Sağdan git cüzdan bulursun diycem ama sağda cüzdan olsa onu alıcak kişi benim.. o yüzden demiyorum... Hadi yaylan...

SÜHA : (Masum) Abi ben şey diye düşünmüştüm...

SERMET : Ney diye?

SÜHA : Alman usulü yaparız diye düşünmüştüm...

SERMET : Haydaaaa... Ulan zengin arkadaşımız var diye seviniyorduk o da almancı çıktı iyi mi? Oğlum bırak almanı malmanı...
Burası Berlin değil, sen de Goethe (Göte) değilsin...

SÜHA : Goethe mi?

SERMET : He Goethe... Noldu niye şaşırdın?

SÜHA: (Kahkahayı basar) Genel kültürüne hayran kaldım abi...Almanya ancak bu kadar basite indirgenebilirdi... Alman deyince herkesin aklına Mercedes gelir, seninkine (vurgu yaparak) direk Goethe geliyor... Helal olsun... (Sırıtır)

SERMET : Selami... Bu lavuk bana kelime oyunu mu yaptı şimdi?

SELAMİ : Ağzına bile tükürdü valla kelime oyununun... Şimdi tam g...te geldin...

SERMET : (Süha'nın kulağına asılır bir anda) Len üniversite okuyon diye kendini cambaz mı sandın çakal... Sana bi kelime oyunu yaparım ömrün boyunca özneyle yüklemi yan yana getiremezsin...(Kulağını bırakır) Senin gibi 39 tanesini cebimden çıkarırım ben...

SÜHA : (Sırıtır) Niye 40 değil de 39?

SERMET : Geçen saydım kırkıncısı sığmıyo cebime... (Süha'nın kafaya bi şaplak atar) Ne biliyim ben mal? Öylesine söyledim işte..

SÜHA : Enteresan...

SERMET: Hem sen beni ne zannediyon? Şu çay bahçesinde dilimle etkileyemeyeceğim kimse yok benim... Çıkıyım şu masaya bi nutuk atıyim,feyste binlerce hayranı olan sayfalar açılmazsa şerefsizim...

SÜHA : Yok artık abi...Ne yaptın?

SERMET: Tabi oğlum...

(Garson gelir)

GARSON : Abi hesap bekliyoruz...

SELAMİ : Tamam geliyo...

(Garson gider)

SERMET : Hadi öde şunu...

SÜHA : Valla ben ödemem abi...Kusura bakmayın... Beni ikna edemediniz...

SERMET : (Masaya vurur) Tamam ulan... İkna edersem bundan sonra bi yemek daha  ısmarlıycak mısın?

SÜHA : (Tedirgin) Ee... Yani... Ismarlarız elbet...İkna edersen niye olmasın? Tabi...

SERMET : Tamam... Şimdi... Bak bakalım şöyle etrafa... Bi hatunseç..  Gidicem konuşucam... Hem hesabı ödeticem hem de koluma takıp çıkıcam buradan... Var mısın?

SÜHA: Yok devenin bale papucu... Ne yaptın abi? Öyle şey miolur?

SERMET : Lan vızırdama... Göster bi bayan...

(Süha tedirgin olur... )

SÜHA : Abi ben korktum ya... Olay çıkarsa bi de yaka paça atmasınlar bizi buradan?

SERMET: Kardeşim, niye yaka paça atsınlar bizi burdan?

SELAMİ : Sermet manyaklaşma oğlum... Fıttırdın mı? Çantayı kafaya yersen bi daha uzun saçlı erkeklerden bile kaçarsın... Millet yanlış anlar sonra...

SERMET : Vakit doldu... Siz seçemediniz... Ben seçtim...Gidiyorum... İzleyin...

(Sermet adison fişini alır, kalkar ve gider)

SÜHA : Anaaa... Harbi gitti... Abi kesin olay çıkıcak var ya... Üç kuruşa üç kestane çizdirip atılıcaz buradan...

SELAMİ : Artık çok geç...

(Sermet, yavaş yavaş iki arka masada tek başına kitap okuyan Sevilay'ın yanına gelir. Bakmaya başlar kıza... Sevilay da Sermet'e bakar. Sonra tekrar kitaba döner..Ama Sermet hala tip tip bakmakta... Sevilay dayanamaz... )

SEVİLAY: Buyurun?

SERMET: Meraba... Masanıza oturabilir miyim?

SEVİLAY: Hayır... Arkadaşlarım gelicek birazdan...

(Tekrar kitaba döner)

SERMET: (Ciddi) Kim bunlar ben tanıyor muyum?

SEVİLAY : (Şaşkın) Aaa... Ne münasebet ayol?

SERMET : (Gülümser) Ona bakarsan ben seni de tanımıyorum...

SEVİLAY : (Elinin tersiyle git işareti yaparak) Hadi kardeşim hadi...

SERMET: E hadi ama!

SEVİLAY: Ne hadisi?

SERMET : (Şirinlik yapar) Senin "hadi" niyeydi? Önce sen....

SEVİLAY : Hadi git artık anlamında...

SERMET : Haaa...Lan ben de "Gel otur, başımın tatlı belası"anlamında söyledin sandım...

SEVİLAY : (Sinirlenir) Allah Allaaah!!!

SERMET : Allah mı?

SEVİLAY : Ay evet... Allah'ın adını koydum gidin lütfen artık...

SERMET: Şimdi... Kaba bi hesap yaparsak... Allah'ın 99 ismi var...Birini koydun kaldı 98... Onlar nolcak?

SEVİLAY : Üffff... (Şikayet edercesine) Garsooon garson...

GARSON : Buyurun...

SERMET : (Hemen araya girer) Bize iki kola... Biri diye tolsun...

SEVİLAY: (İtiraz eder) Ay hayır ya... Onu demiycektim ben...

SERMET : (Bir anda parlar) Kızım kilo alıyosun devamlı...Diyet içeceksin, itiraz istemiyorum... (Garsona döner) Diyet getirin diyet.. Siz onu dinlemeyin...

(Masaya oturur)

SEVİLAY : Ya kardeşim manyak mısın? Oturmasana...

SERMET : (Yüzü güler) Emret, fındık kabuğuna gireyim...Oturmaz mıyım...

SEVİLAY : Ya ne dedim ben şimdi? Oturma demedim mi?

SERMET : Otur masama dedin...

SEVİLAY : Oturmasana dedim gerizekalı...

SERMET : Bi saattir ayakta yorulduk lan...İki soluk aliyim kalkıcam yine...

SEVİLAY: Üfff...

(Sevilay tekrar kitaba döner... Moral sıfır... Sermet gülümseyerek bakar... )

SERMET : Ne okuyosun?

(Sevilay, sertçe kitabı kaldırır... Sermet heceleye heceleye okur)

SERMET: Genç Werther'in Acıları – Goethe... (kendi kendine) Al işte... Selami doğru söylüyo... Harbiden g...te geldik bu sefer... Çetin ceviz çıktı kız... Az kaldı... Kabuğunu kırdım mı yanındayım...

(İki tane bayan gelir)

BAYANLAR : Sevilay meraba...

SERMET: Ooo... Sevilay... Arkadaşlarınla tanıştırmiycak misin beni?

SEVİLAY: (Bağırır) Kalksana be adam...

SERMET : Lan kendin tanışmıyosun, bari arkadaşlarınla tanıştır be...

(Garson, elinde biri diyet, iki kolayla gelir)

GARSON : (Masaya koyar) Kolalarınız...

SEVİLAY : Garson bey, bu adam zorla masamıza oturdu,ilgilenir misiniz lütfen?

(Sermet kalkar, elini garsonun omzuna atar)

SERMET : Oohh valla... Kendiniz ilgilenmeyin garson ilgilensindi mi? Kızım, bu adamlar 24 saat çalışıyorlar burda anladın mı? Senle benl euğraşamazlar? Anaları, bacıları yollarını gözlüyo memlekette, gelsinler de 3kuruşla kışı geçirebilsinler diye... Varsa sevdalıları gün sayıyo... Var mı lan manita?

GARSON : (Gözleri dolar) Olmaz mı abi... (Ağlamaklı) Başlık parası biriktirmek için uğraşıyorum burda...

SERMET : (Sevilay'a) Bak gördün mü?

GARSON : 3 kardeşim var... Onları da ben okutuyorum... Günde 3 saat ancak uyuyorum, perişan oldum, eridim bittim abi... Nalet olsun böyle hayata

(Garson kafayı eğer başlar hüngür hüngür ağlamaya)

SERMET : Kaldır lan kafanı! Kaldır !...(Kızlara ima ederek) Bu dünya böyle oğlum...Bugün seni it gibi çalıştırırlar, yarın beni masalarına oturtmazlar...

(Garson bir anda parlar, ağlayarak haykırır)

GARSON : Ühhüü... Otur abi otur... Hiç bişey yapamazlar...

SERMET : Bak Garson bile otur dedi bi sen diyemedin...

BAYANLAR : Sevilay biz kaçtık... Burası manyak dolu...

SEVİLAY : Ya nereye... Ben de geliyorum

(Kalkmak ister Sevilay)

SERMET : (Bağırır) Otur lan... Ümüğünü sıkarım ha...

(Sevilay, çöker kalır.. Sermet de karşısına oturur)

SERMET: Garson... Bu kolaları götür, bize iki türk kahvesi getir... Yalnız kolalar iki saatte geldi, kahveler gecikmesin, kırmıyim kalbini..

GARSON : (Gözlerini siler) Hemen abicim... Sen iste yeter ki...

SEVİLAY: (Kitabı masaya vurur)  Oooff... Off...

(Sessizlik çöker... Sermet, gülümseyerek Sevilay'a bakmaktadır...Sanki gerçekten etkilenmiş gibidir.. Sevilay hiç bakmaz ama... Sert bir ifadeyle etrafı süzer... Ama gözlerini kaçırır.. Sermet'in kendine öyle baktığını görünce o da bakar...)

SEVİLAY : Ne var? Ne bakıyosun?

SERMET : Soru mu şimdi bu? Bu ne demek biliyo musun? Şeygibi... Eeee... Güle bakmak gibi... Güle bakıyorsun diyelim ama gül sana "ne bakıyosun" dedi.. Ne cevap verirsin?

SEVİLAY : (Düşünür) Bilmem...

SERMET : (Tersler) Ne demek lan bilmem... Gül nedir? Güzeldir...Güzel olan şey ilgi çeker... İlgi çeken bir şeye genelde bakılır...Yani gülün,kendisine bakana "ne bakıyosun" demesi ne kadar saçmaysa, senin de bana "ne bakıyosun" demen o kadar saçma...

SEVİLAY : (Önce biraz gülümser.İlgisini çeker belli ki ama sonra kızar) Ya sen kimsin? Az önce burda mahalle kabadayılığı yapıyodun, şimdi şair kesildin başıma...

SERMET : Biz de böyle kızım... Her telden çalmazsan, başkaları seni her telde oynatır, yavşağa dönersin.. kimse de dönüp bakmaz...

(Sevilay'ın sinirleri bozulur, başlar gülmeye)

SERMET : Ne gülüyon lan? Ne var?

SEVİLAY : Saçma şeylere gülmek ne kadar doğalsa, benim de sana gülmem o kadar doğal... (Üstüne basar kahkahayı)

SERMET : Hımmm... Güzel... Orta alandan etkili geldin ama benim dörtlü savunmamı aşamazsın... Kanatlardan bindirme yapman lazım...

SEVİLAY : Hadi len... Lafı ağzıma tıktın demiyosun da, işi topa, maça döküyosun... İşine gelmedi di mi? Hahaahayyy...

(Sermet, şok olur)

SERMET : Lan bana diyodun sen benden daha manyak çıktın? Ne cins bi yaratıksın sen be?

SEVİLAY : (Havaya girer, kabadayı edasıyla) Hadi koçum hadi...İkile... Yürrrüüü.... (Kahkaha atar) Hahhaaaayyy...

SERMET : (Sinirlenir) Lan bana milletin içinde ayar verme dağıtırım saçını başını ha... Zilli...

SEVİLAY : (Gülmesini zorla durdurur) Ayy.. Sinirlerim bozuldu... Hadi kalk başka bir yere gidelim... Senle konuşmak iyi geldi...Kalk...

SERMET: Ha şöyle... (Dönüp arkaya Selami ile Süha'ya göz kırpar)

(Çaktırmadan fişleri değiştirir)

SERMET : Ben gidiyim hesabı ödiyim...

SEVİLAY : Hayır olmaz... Sen geldin misafirim oldun... Ben öderim...

(Fişi Sermet'in elinden kapar ve kasaya gider. Sermet hemen Süha ile Sermet'in yanına gelir)

SERMET : (sırıtır) Süha... Koçum... Ara bankanı... Kredi kartının limitini yükseltsinler... Akşama ziyafet var....

(Süha, şok olmuş bir şekilde donup kalmıştır. Selami bitokat atar kendine gelir Süha...)

SÜHA: Ben ömrümde böyle bişey görmedim...

(Sevilay gelir, Sermet'in koluna girer. Sermet, ikiliye sonbir kez göz kırpar ve çay bahçesinden çıkarlar... Süha ve Selami öylece kalırlar arkada)

(PERDE KAPANIR)

Yiğit Özgür'Ün karikatüründen alıntı yapılmıştır...

27 Ağustos 2012 Pazartesi

sa...

espriler eskisi kadar komik gelmemeye başlıyor, birbirini görünce oluşan neşe dalgaları artık ayyuka çıkmıyorsa...

sohbetler sebepsiz kesiliyor, susuşmalar yok yere uzuyorsa...

gün sonu ayrılmalarda iyi dilekler yerine, yüzde ekşimeler başlıyor ve ayrıldıktan hemen sonra hayal kadrajından sessizce çıkılıyorsa...

artıların arasına eksiler karışıyor, gülümsemeler kalpten değil beyinden geliyorsa artık...

suya yazılan yazılar daha uzun süre kalıyor ve kalemler hep olumsuza traşlanıyorsa...

...

25 Ağustos 2012 Cumartesi

Dünyasızlık

Karanlık...

Hiçlik...

Boşluk...

Bir an sonrası...

Büyük bir aydınlık...

Billur renginde dağılan şeyler...

Her şey...

Her şeyin içinde bir şey en değerlisi...

Ama içindekilere bu değeri hissedip-hissedememe sınavı var...

Cevap: O kadar şey içinde bütün iltifat ve bütün teveccüh ona ise değerlidir...

Yanlış...

Aslında değersiz... Hem de çok...

Çünkü adı DÜNYA...

***                             ****                           ***

Dünya, arapça bir kelimedir. "Denaaa" kökünden gelir ve "Denaaa" fiilinin Türkçe karşılığı "Alçak oldu" demektir... Dünya ise "İsm-i Tafdil" sırasında gelir. Arapça ismin çekimi ise şöyledir...

"Ednaa, ednayaaani, ednuuune, dünyaa"

İsm-i Tafdil "fazla olmayı, abartmayı" ifade eder. Yani Dünya "çok fazla alçak, aşırı alçak" demektir.

Yani Yaratan ona bu ismi layık görmüştür. Kur'an-ı Kerim'de de hep bu şekilde geçer.

Peki bunun sebebi nedir? Hz.Allah neden "varlıkların en şereflisi" olarak tanımladığı "İnsan" kavramını "dünya" diyerek aşağıladığı bir yere göndermiştir?

İşte burda muazzam bir mesaj vardır: Yani Yaratan bize;

"Ey kulum, ben seni aşağılık, pislik ve her türlü kötülüğün olduğu bir yere gönderiyorum, bakalım o kadar kötülüğün arasında beni bulup, bana ulaşabilecek misin? Gözünü dünya nimetlerinden çekip perdenin arkasındaki "Ben"i görebilecek misin?"

İşte insanın varlıkların en şereflisi olma nedeni de burda yatmaktadır. Gözünü kamaştıran ve insanı Allah'tan uzaklaştıran yığınla şeyin olduğu bir yerde Allah'ı bulan ve ona ulaşan bir varlık tabi ki şerefli ve kıymetli olmalıdır. Bir güzelliğin değeri güzel olmayan kavramların arasında ortaya çıkar. Güzel, güzellerin arasında değil, çirkinlerin arasında güzeldir aslında.

Bu anlatılanlardan "Dünya'nın sadece bir imtihan yeri olduğu ve buraya sadece kötülüklerin arasında güzelliği bulup bulamayacağımızı göstermek için gönderildiğimiz, onun haricindeki amaçların hepsinin DÜNYA'ya; alçaklığa ve boşluğa hizmet olduğu" konulu bir yazıya geçiş yapılabilir ama ben DÜNYA'dan devam ediyorum.

****                    ********           ****

Hz.Allah;

"Eğer dünyaya zerre kadar değer verseydim, bana inanmayanlara bir damla su vermezdim"

buyuruyor.

Yani bugün dünyanın en varlıklı insanlarının hep müslüman olmayan kişilerden oluşması Hz.Allah'ın dünyaya değer vermediğinin en güzel göstergesidir.

Peki bu nasıl oluyor? Allah neden kendisine inanmayanlara en güzel imkanları tam teşekküllü sağlıyor? Neden hep açlıkla müslüman ülkeler boğuşuyor? Neden Müslüman olmayan toplumlar en refah hayatları yaşıyor?

İşin sırrı besmelede geçen Hz. Allah'ın "Rahman" ve "Rahim" isminde gizli...

"Rahman" kelimesi tefsir adamları tarafından şöyle tefsir edilmiş:

"Dünyada, inananlara ve inanmayanlara ihsan ve ikram eden Allah....."

"Rahim" ise

"Ahirette ise sadece inananlara ihsan ve ikram eden Allah..."

diye tefsir edilmiş... Yani dünyada herkese, ahirette sadece müslümanlara...

Hz.Allah'ın dünyada müslüman olmayanlara daha geniş imkanlar sağlamasının başka bir nedeni daha var...

"HESAP" 

Kıyamet gününde Allah zengin olup da kendisine ulaşamayanlara

"Ey kulum! Sana aklının alamayacağı kadar çok nimet verdiğim halde neden beni göremedin? Bana neden iman etmedin? Neden benim istediğim gibi bir insan olmadın? Bak, sırf sen iman et diye ben sana bütün imkanları sağladım. Bana iman edip, paranı benim yolumda harca diye sana her türlü desteği verdim? Neden ey kulum? Bunları sana "BEN" verdiğim halde neden sen kendin kazandığını düşündün? Sen kimsin ki? Sen nesin? Seni ben yaratmadım mı? Sana bunları ben vermedim mi? Sen gerçek sahibine bu kadar mı sahip çıkıyorsun? Senin sadakatin bu mu? Ruhlarınızı yaratıp karşıma dizdiğimde ve size "Ben sizin rabbiniz değil miyim?" diye sorduğumda "Evet rabbimizsin" diyen sen değil miydin? Neden sözünde durmadın? İki kaşının arasına yerleştirdiğim ve seni benim yolumdan çeviren nefsine neden uydun? Onu da ben yarattım... Her şey "BEN" iken, sen nasıl olur da beni göremezsin?"

diyerek hesap soracak...

Zaten dünyanın değersiz olduğunu Peygamberimiz vasıtasıyla tekrar anlatmıştır insanoğluna...

"Ey sevgili rasülüm! Sen iste şu koca UHUD dağını ALTIN yapayım ve senin hizmetine sunayım" dediğinde Peygamber Efendimiz istememiştir.

 "Hesabını veremem ya rabbi"

Hz.Allah biliyordu tabi ki kabul etmeyeceğini... Ama kullarına "Bakın bu muazzam imkanı peygamberim kabul etmedi, o dünyaya değer vermiyor, kendinize gelin" mesajını vermek için bu diyalog yaşanmıştır emin olun.

Bu anlattıklarım sadece müslüman olmayanlar için de geçerli değildir... Müslüman olanlar için de alimler varlık durumlarına göre bir tarife çıkarmışlardır...


1-) Bir insan müslüman olmadığı halde çok zenginse, işler ters gidiyor demektir. Yukarıdaki gibi hesabı çok ağır olacaktır.

2-) Bir insan Müslüman olduğu halde çok zenginse durumuna bakılır:

      a-) Dinini yaşamada çok hassas ve paraya önem vermiyorsa bu Hz.Allah'ın ona ödülüdür.

Çünkü Hz.Allah dünyaya

"Ey dünya! Bana hizmet edip seni önemsemeyene sen her şeyinle sen hizmet et" diye seslenmiştir

Yine, sadece abdest alırken extra olan "el parmaklarının arasını hilalleme" olayını es geçtiği için 40 senelik namazını kaza eden İmam-ı Azam, sırf bunun gibi hassasiyetler yüzünden yaşadığı dönemde dünyanın en zengin insanıydı. Canlı örnek...


      b-) Dinini yaşamada gevşek ve gereklerini yerine getirmiyorsa Hz. Allah yine müslüman olmayanlara          sorduğu gibi hesabını ağır soracaktır.

3-) Bir insan müslüman olmadığı halde çok fakirse Hz.Allah cezasını dünyadayken yavaş yavaş çektiriyor demektir.

4-) Bir insan müslüman olduğu halde çok fakirse durumuna bakılır:

      a-) Dinini yaşamada çok hassas ve bütün gereklerin istisnasız yerine getiriyorsa Hz.Allah onu imtihan ediyor demektir.Allah'ın sevgili kuludur o. Eğer sabredip isyan etmezse mükafatı çok büyük olacaktır.
      b-) Dinini yaşamada gevşek ve gereklerini yerine getirmiyorsa Hz.Allah bu gevşekliğinin bedelini dünyada ödetiyor demektir.

*****                               *******                              *******

Bir gün Peygamber Efendimiz, namazını otururarak kılıyordu. Ebu Hureyre onu gördü ve sordu:

"Ya Rasulullah neden namazını otururak kılıyorsun, hasta mısın?"

Verilen cevap cihanı ürpertecek cinstendir...

"Yok Ya Ebu Hureyre! Hasta değilim. Günlerdir yiyecek bir şey bulamıyorum. O yüzden ayaklarımda derman kalmadı ben de oturarak kılıyorum.Açlık takatimi kesti."

deyince Ebu Hureyre ağlamaya başlar. 

Allah Rasülü, durumunu unutur ve teselli verir...

"Ağlama ya Ebu Hureyre! Burada çekilen açlık insanı ahiret azabından kurtarır"

Yine cennete en son müslümanlardan zengin olanların gireceği gerçeği de dünyanın değersizliğini bir kat daha vurguluyor.

******                          **********                           ********

Tüm bu anlatılanlar bir anda aklımdan geçti bugün...

Kendimi çok mu kaptırıyorum acaba?

Sürekli aklımda...

"İbadetlerimi tam manasıyla yerine getiremedikten sonra o kadar çırpınmanın, yoğunluğun ve kariyer başarısının ne önemi var?"

Hiç...

Ben öldüğümde Allah bana "Neden 500 TL maaş aldığın bir yerde çalıştın da 1000 TL verilen yerde çalışmadın?" ya da "Neden mühendis olmadın da öğretmen oldun?" ya da "Neden dosyalarını takip etmedin?" diye sormayacak... Ha tabi ki işimi düzgün yapmadığım için hesap verebilirim. Ama bunlar yanyollardır. Eğer bir insan anayolu bırakıp yanyollara saparsa, gerçek amacını unutup sahte hayaller peşinde koşarsa gitmek istediği yerden uzaklaşır. O yüzden Allah bana,

"Ey kulum! O kadar işin içinde neden beni göremedin? Namazını neden kılmadın? Dinime, dinine neden hassasiyet göstermedin? Ben seni dünyaya öğretmenlik yap diye değil bana ibadet et diye gönderdim? Öğretmenlik, ibadetlerini rahat yapabilmen için sana maddi destek sağlasın diyeydi... Amaç değil araçtı."

diye hesap soracak. O yüzden kendimi kötü hissediyorum...

Elimdeki işler bir anda anlamsızlaşıyor. Her şeyden soğuyorum. Ellerim işe gitmiyor. Çünkü ayaklarım namaza geç gidiyor. Gevşek gidiyor. Donup kalıyorum.

Çünkü iki kaşın arasında olan o nefse söz geçiremiyoruz. Her şey zincirin bir halkası aslında. Nefse söz geçirmeye başlanıldığında domino taşları gibi her şey birbirini deviriyor, halkalar mutlulukla düğümleniyor.

Ama söz geçiremeyince işte mantıksal zincirler kurarak kendimi haklı çıkarmaya başlıyor insan.

"İşlerim çok yoğun"

"Çevrem kötü"

"Vaktim yok"

"Abdest alacak yer yok"

"Ortam müsait değil"

ve en çok güldüğüm :)

"Benim kalbim temiz ve çalışmak da bir ibadet" :) Fit oluyorum bunları söyleyene :)

x+y=z 

:)

Dini olayların hepsi süper mantık silsilesine bağlı olsaydı o zaman din herkesin aklına yatardı. E herkesin aklına yatsaydı herkes müslüman olurdu. E herkes müslüman olsaydı yaşamanın ne anlamı kalırdı? O zaman işin imtihan tarafı nerde kalırdı? Cennet cehenneme ne gerek kalırdı? Bomboş bir şey olurdu yaşamak? Amaçsız ve her şeyin aleni olduğu bir dünya... Gizliyi bulmak için çabaların gösterilmediği tembel dünya...

Öğle namazını 10 rekat kılıp "Neden öğle namazı 7 rekat değil de 10 rekat?" sorusunun cevabını veremediği halde dinde çelişki ve mantıksızlık aramalarına girişmek ne kadar komik?

Daha aklını kullanarak neden yaratıldığını ve amacının ne olduğunu çözemeyen zavallı beyinlerin dini konularda ahkam kesmesi ne kadar aptalca?

Hz.Allah gibi görünmeyen bir varlığa inanarak zaten mantıksızlığın dibine vuran insanoğlunun onun gönderdiği dinde denklemler kurarak bir şeylere ulaşmaya çalışması ve mantık araması ne kadar saçma?

Hz. Ömer "Dinde mantık olsaydı, mestlerin üstünü değil altını meshederdik" der...

Bunlar hep August Comte yüzünden :)

Bilim esasen pozitivizme dayanır. Pozitivizm "Göremediğin ve somut delillerle kanıtlayamadığın hiçbir şey doğru değildir" anlayışına dayanır. E Allah'ın varlığı somut delillerle kanıtlanamadığı ve görülemediği için bilime aykırıdır.

İnsanlardaki dinde mantık arama arayışının kaynağında ta o zamandan beri büyüyerek gelişen bilimsel anlayış yatıyor. Aman sakın! Bilim, adam gibi kullanıldığında dine hizmet bile eder. Yanlış anlamayın... Sadece sahası bellidir. Fazla açılmasın yeter :)

*****                                ***********                         ********

Öyle işte...

Bu aralar dertliyim...

Geçer inşallah...






5 Ağustos 2012 Pazar

Oysa "Sevin" dedi Tanrı...


Sevmenin pek az çeşidi vardır gönül raflarında...Birini ya da bir şeyi seversiniz ya da çok seversiniz.  Ama iş sevememeye gelince sonsuz seçenek vardır önünüzde... İster sinir olursunuz, ister gıcık olursunuz, iğrenirsiniz, tiksinirsiniz hatta sık sık nefret bile edersiniz.

Ne yazık...

Ne yazık ki insan sevmemeye harcıyor mesaisini... Oysa sevin dedi tanrı... Adı sevgili olanlar bile karşılık istiyor kalbinin atış hızına... “Ben seni seviyorum ama dur bakalım sen de beni, benim seni sevdiğim kadar sevebiliyor musun?” Oysa sevin dedi tanrı... Önce sizi sevmeyenlerden başlayın işe.. Karşılıksız sevin sizi seveni de sevmeyeni de...
Y.E