24 Aralık 2011 Cumartesi

MELİHAT ABLA'DAN....

Bu kadının sesinde değişik bir şey var... Çözemedim bir türlü...

BURCU GÜNEŞ'E AÇIK MEKTUP

Sevgili Burcu...

Senden nefret ediyorum biliyorsun değil mi?

Aslında sana mektup yazmak suya yazı yazmak gibidir. Mektup insanlara yazılır çünkü... Ama sen "Oflaya Oflaya" şarkın ile insan olmadığını kanıtladın. Olsun... Ben yine de yazıyorum. Mürekkebin alkol gibi uçacağını bile bile...

Evet, başta söylediğim gibi... Senden tiksiniyorum ve hakkımı helal etmiyorum. Öylesine dokunaklı ve öylesine manidar sözleri olan bir şarkıyı inanılmaz bir duygu yoğunluğuyla seslendirerek, hatırlanmak istenmeyen hisleri gün yüzüne çıkarttığın için sevmiyorum seni...

İstersen beraber yorumlayalım...

"Senden sonra beni bir tek geceler anladı bir de sigaramın boynu bükük dumanı"

Evet... Onu benden başka anlayacak kimse yoktu dünyada... Belki kimse bunu bilmeyecek... Kendisi bile... Sigara içmediğim için "Boynu bükük duman" gibi dehşet muazzamlıkta bir terkibin tefsirini yapamayacağım ...

Kusura bakma Burcu...


"Senden sonra beni bir tek duvarlar anladı, bir de masadaki yazdığın o son yazı"

İnanıyorum ki duvarlar da onu anlayamamıştır. Duvarlar ki ayrılık sonrası yalnızlığın en büyük panzehiridir. Ama o kalp karşıklığına hiç bir duvarın tahammül edeceğini zannetmiyorum. Eminim ki o duvarlar yeni acılara enkaz olmuştur çoktan...

"Kağıttan bir kayık gibi okyanuslara attın beni, sırılsıklam ve bir başıma... Unutmadım terkettiğini..."

Öncelikle "kağıttan bir kayığın okyanustaki görüntüsünü" böyle bir nağmeyle yüzüme vurduğun için seni kınıyorum Burcu... Çaresizliğin belki de tek somut görüntüsü... Zaten terketme meselesini unutmak imkansız Burcu... Onu dile getirmiyorum bile...

"Bir gün bakacaksın arkaya, orda öyle bıraktıklarına... Aklına gelecek eskiler, kalbin atacak hıçkıra hıçkıra..."

Bir gün mü? Ne bir günü Burcu? Kafan mı güzel? Bu kaçıncı gün? Sen her gece aynı rüyayı gördün mü hiç? Ben çok gördüm Burcu... Merak etme... her gün arkaya, orda öylece bıraktığım varlığa bakıyorum zaten... İnanır mısın? Sen kalbin hıçkıra hıçkıra atacak diyorsun ama ben hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Hem arkamdan bakan, hala tanımlayamadığım, hatta rönesans ressamlarının bile paletlerine girmemiş ve modern ressamların da aklına hiç gelmeyecek renkte olan olağan dışı güzellikteki gözlere, hem de senin "hıçkıra hıçkıra" sözünü hakikaten hıçkırırcasına söylemene ağlıyorum Burcu...

"Bir gün anlayacaksın ya, utanacaksın yaptıklarına, aklına gelecek eskiler, kalbin atacak oflaya oflaya" 

Anladım Burcu... Çoktan anladım. tecrübe edilmemesi gereken ne kadar yamuk varsa hepsini yaptım ona. Ama senin bana garezin mi var Burcu? Neden bunları benim yüzüme vuruyorsun ki? Neden benim senelerdir beynimi, gönlümü eriten şeyleri ete kemiğe sokup şarkı haline getiriyorsun? Sana kim izin verdi Burcu?

Ya da neden kalbimin oflaya oflaya attığını herkese söylüyorsun ki? Bu benim sırrım değil miydi? Niye sırlarımı ele verdin, niye bana ihanet ettin Burcu?

Neyse Burcu... Bir daha benim üzerimden şarkı yazarsan sana dava açarım... Gerçi açsam da bir işe yaramaz... Kalp aşımından düşecek bir davanın sonu bellidir...

Takipsizlik... Delil yetersizliği... Ya da hiç gelmeyecek mahkeme gününe kadar tutuklu kalmak... Her gün duruşma ümidiyle yeniden uyanıp, gece tekrar soğuk hücreye dönmek...

Yazıklar olsun Burcu....

11 Aralık 2011 Pazar

ENTERESAN AŞK -3

Yaşayamamışlığın verdiği eziyeti sürekli sırtlarında taşıyan özde sevgililer için hayat çakilmez bir hal almaya başlamıştı artık. Muhabbetlerinde belli patlama noktları yaşanıyor ve sonra eskisinden daha aşağı seviyelere, kabuğuna çekiliyordu. Bunun tek sebebi yaşayamamaktı. Hiç tanınmadıkları ve hiç bulunmadıkları yerlere gitme hayali kuruyorlardı. Gerçekleşmeyeceğini bile bile üstelik... Ama gözlerinin arasında yaşanan o telepatik hisler kaybolmamıştı. Bakışmaları hala tazeliğin koruyordu. İçsel bazı dürtüler dışında her şey yolundaydı.

Ama gün geldi...

Sular yokuş yukarı akmaya durdu. Uzaktan baktıklarında sonsuza kadar çalışalar bile aşamayacakları engeller çıkmaya başladı karşılarına. Engelleri konuştukça ve çözüm yolu aradıkça kapılar kendine ekstradan birer kilit daha vuruyor, kız maviliğini, erkek siyahlığını kaybediyordu. Ruhlarının gücüne giden tek bir şey vardı: Birbirlerine olan aşkları zerre kadar eksilmediği halde ufuk çizgisinin görünmeyecek derecede karanlıklaşması ve geleceğe tutunsun diye atılan halatların düğüm düğüm körleşmesiydi. Çaresizliği iliklerine kadar yaşıyor, kanlarının uyuştuğunu hissediyorlardı. Korku, korkmak, endişe, karamsarlık gibi kelimeler tertemiz lügatlarını kirletmişti.

Sadakat silgisininbile silemeyeceği lekelerle doluyordu defterleri... Birbirlerine eskisi kadar uzun uzun bakamıyorlardı. Gönüllerine kurulan barikat midelerini bulandırıyordu. Yapacak bir şeyleri olmayışıydı morallerini bozan. Birbirlerine kalplerindeki kırıklığı hissttirmemek için öyle çaba sarf ediyorlardı ki dışarıdan bakan biri aralarında huzursuzluk olduğunu hissedebilirdi. Her daim neşeli ve cıvıl cıvıl sohbetleri yerini gözyaşlarını gizlemek için sık sık lavaboya kaçmalara bıraktı. O da sırf yanındakini üzmemek için... Ağlamayı gururuna yedirememek gibi saf dışı duygulara yer yoktu sevgilerinde.

Boğazlarına kocaman bir gemici düğümü atılmış gibiydiler. Yutkundukça iç acıtan duygular dolanmıştı gözlerine. Erkek artık kızın olağan dışı güzellikteki gözlerine bakamıyordu. Çünkü ikisinin de gözlerine her an patlayacakmış gibi titreyen birer gözyaşı volkanı çökmüştü....Tetikte...

Hep bir "Ya şimdi ne olacak?" sorusu zihinlerini kaplıyordu. Gelecek geçmişe ket vurmuştu. Yaşananlardan çok yaşanamayanlar ve yaşanamayacaklarla meşguldüler. Sanki aşkları dün başlamış bugün bitmiş gibi damaklarında umutsuz bir lezzet duyuyorlardı. Sonsuza kadar yarım kalacak bir lezzet...  Bir gün biteceğeni biliyorlar ama duygularını bastırarak, sanki hiç bir şey olmamış gibi davranmaya çalışıyorlardı.

O günü bekliyorlardı, sessiz, hissiz.....

Ve...

O gün geldi...

Birbirlerine hep söyledikleri o duvağı açılmamış sevgi sözcüklerini ayrılık mesajlarının sonuna iliştirerek görüşmeme kararı aldılar aşktan tutuşarak...

Sonu zaten karanlık olan aşk yolundan, daha karanlık olan bir yola çevirdiler rotalarını. Ama pusula hala birbirlerini gösteriyordu.

Bu bir ayrılık değil, salt bir duygu bastırma süreciydi ve ikisi de bunun farkındaydı....

O gün bugündür hala bu süreci pervasızca yaşıyorlar... Savaşmak ile savaşmamak, çekip gitmek ile gemileri yakmak arasında sürekli gel-git içindeler... Karanlık bir odanın anahtar deliğinden sızan minik bir ışık huzmesini andıran koca ümit dalgası vardı içlerinde bir yerde...

Ama...

"Ümit, kötülüklerin en kötüsüdür. Çünkü işkenceyi uzatır. Beni öldürmeyen şey daha güçlü kılar."

sözü Nietchize tarafından söyleneli yıllar olmasına rağmen hala geçerliliğini korumakta...

Bu enteresan aşkın sonu hiç bir zaman olmayacak Azalmadan artarak, acıtarak büyüyecek...  Yılmaz Erdoğan'ın dediği gibi


"Anladım ki ağaçlar, toprağa acı verdikçe büyüyorlar"

Bu aşk da sonsuza kadar rahat bırakmayan bir hastalık ya da son nefeste insanı kandırmaya çalışan bir şeytan gibi hep tepelerinde olacak...

Onlar da kimi zaman tebessüm, kimi zaman öfkeyle eskiden olduğu gibi aynı anda birbirlerini düşünecekler farklı şehirlerde...



Siz ne derseniz deyin ama onlar buna "KADER" diyorlar...

THE END


A.S

GÜLLÜK DEĞİL GÜNLÜK / ZULÜM-ZALİM-MAZLUM

"Zulüm, kimse zalimlik yapmayınca biter. Mazlumlar dahil..."

Nefsini terbiye etmiş ve ahlaki hasletlere karşı hassasiyet geliştirmiş; insana, insan olmanın hakikatine ve uzviyetine behemehal değer vermiş, gönül koymuş insanlar için bunlar önemsiz söylemlerdir.

Ama kendi kuruntularıyla filizlendirdiği ve hayalini kurduğu şahsi dünyasının tek kahramanı olanlar, kurdukları şahsi dünyayı başkasının dünyasına harman edip farklı dünyalara tecavüz etmeyi asalet sayabilirler...

Cahil, bilmediğini de bilmeyen kişidir. Bu insanlara hakikatı anlatmak kar sağlamaz...

İşte bu insanlarla bir arada olmanın mahcubiyetini, zalimin altında ezilmenin, merhametsizliğin teknesinde mayalanmanın mazlumluğunu yaşıyorum.

Acaba çoban başkasının koyunlarını güderken zevk alır mı? Çoban, koyunların yersiz ya da yanlış değerlendirmiş davranışlarını gurur meselesi yapar mı?

Çoban yapmaz ama, türlü insanlar yapar. Çoban kdar değeri, koyun kadar aklı olmayan insanlar yapar, hem de fazlasıyla yapar. Üstelik güttükleri koyun değil de insan olmasına rağmen...

90'larda yapılmış Brezilya dizilerindeki entrika dolu karakterlere benzeyen, ya da 80'lerdeki Türk filmlerinin kötü adam profiline sahip insanlarla aynı ortamda nefes alıp vermişliğim olmamıştı hiç...

Aldığım nefeste onların verdiği nefesin zerreciklerini yutmaktan, verdiğim nefeste de nefesimin onların yüzüne vurup ziyan olmasından, onlarla oksijeni paylaşmaktan midem bulandı artık.

Kimsenin gitmediği, görüp duymadığı bir uçurumun kenarına gidip avazımın çıktığı kadar "Yeteeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeerrrr" diye bağırasım var.

Faydası olur mu?

Olmaz...

Psikolojim bozuldu. Zaten bozuktu. İyice parçalandı artık. Ama burada RDM'ye gitmek isteyenlere izine gitmek için numara yapan adam gözüyle bakıyorlar. William Wundt'un, Maslow'un, Roger'ın, Jung'un hatta Freud'un bile kemikleri sızlıyordur. İnsan bünyesini yıpratmak için özel çaba, süründürme ve sindirme politikası için sınırsız gayret gösteriyorlar. Derdimi anlatacak kimse yok. Hiç kimse... Ruh ölümüm gerçekleşti artık...

Durduk yere kafam titriyor. Adım her söylendiğinde cezaya maruz kalmanın bir sonucu olacak bir iş verileceği, birilerinden azar yiyeceğim korkusuyla bir anda irkiliyorum. Sürekli ağlayasım var. Ağlamaya çalıştığım zamanlarda da gözümden yaş akmaksızın dakikalarca hıçkırıyorum. Bıraksam sonsuza kadar sürecekmiş gibi... Ve bu durum benden başka kimsenin umrunda değil. Buralarda kendini insan yerine koyup, onun bir ruhu olduğunu düşünen ve incinebileceğinin, hasar görebileceğinin bilincinde olan kimse yok. 41 tane hidrolik makinanın arasında yaşıyorum. Başımızdakilerde bu makinenin bağlı olduğu ana kofralar... Kablolar çelik kaplama ve delmeye, yırtmaya çalışanalar çelikten ağır zulüm kırbacıyla kırbaçlanıyorlar.

Bünyem mosmor oldu. Dayanacak gücüm, damarlarımda dolaşak kanım kalmadı. Büzüldüm, içime çekildim. Sönmüş bir balon gibi bir köşeye fırlatılmışlık var içimde..

Ama Allah bunun hesabını çok kötü soracak. "Karşıma kul hakkıyla gelmeyin" emri hala tazeliğini koruyor. İnsanın olduğu yerde insaf yoksa insanlar hayvana dönüşür. "Askerde kul hakkı diye bir şey yoktur" diye bir şey yoktur. Asker insandır, kuldur ve kul varsa hak muhakkak geçer.

A.S

MARMARİS - EKİM 2011

4 Aralık 2011 Pazar

SİYAHLAŞMA....

Görüyorum ki siyahlaşıyorsun...

Siyahlaşma...

Siyah yasın rengidir, karamsarlığa delalet eder. Yas ise ölenin ardından tutulur. Gidenin ardından yas tutmak mantıksızdır. Geleceğe çakılmış fenerin üstüne katran dökmektir.

Hani "Hayat umut akan bir sudur ve elbet yolunu bulur" diyordun... Siyahlaştıkça karanlığa çekilirsin ve hayatın gözleri karanlıkta yolunu bulacak özgürlüğe ve yeteneğe sahip değildir.

Siyahlaşmak, içinde kaynayan kazanın suyunu dışarı dökmektir. Ama kaynar suyun kimseye zarar vermediğini düşünmek de hatadır. Su döküldüğü yerde kalmaz sadece... Sıçrar, yayılır, ya da bir yolunu bulup gitmeye akmaya, yakmaya çalışır.

"Tabiat ezelidir. Tabiatı bozmak günahtır."

Siyahı çok severim, ama bu benim tabiatimdir. Ve ben siyahın üzerine başka renkler karıştırıp aslı bozarsam suretlere olan meylim ziyadeleşir ve hiç bir zaman suret aslın yerini tutmaz.

Siyah, öyle bir renktir ki yanına ne koysanız yakışır. Ama yanına yine bir siyah yaftalarsanız orda bir müştereklikten söz edilemez. Çifti teke düşürmek, siyahı yanlızlaştırmaktır bu, cinayettir bu... Siyahın aşık olduğu renklere ihanettir, siyaha, siyahın asaletine saygıda kusurdur...

Ve en nihayetinde renklerin siyahlaşmaya çalışması en çok siyahları yaralar...

Her şey aslıyla kaimdir ve her şey aslına dönecektir...

Siyahın hatrı için...

Ne olur yapma!!!

A.S

8 Ekim 2011 Cumartesi

DİRSEK TEMAS - 2 (Askere Giriş)

Yukarıda özelliklerini ve marifetlerini uzun uzadıya anlattığım taksi denen cisimden indim Deniz Er Eğitim Alayı'nın önünde... Daha doğrusu yanında... Zira ana kapıdan değil, ara kapıdan alıyorlar askerleri içeri. Hamal tutsan sana pahalıya patlayacak kadar ağır sırt çantamla, önünde nöbetçinin beklediği eşiğe geldim.

- Selamun aleyküm
-Aleyküm selam.
-Teslim olmaya geldim
-Yandan dolaş...
-Nerden?
-(Eliyle çember çizerek) Diğer taraftan....

Askerin diğer taraf diye tabir ettiği yöne doğru bakınca şok oldum. Zira duvar 1 km kadar uzunluktaydı ve ortalarda hiç kapı gözükmüyordu. Dedim "Vardır bir hikmet"... Başladım yürümeye... 20 metre sonra arkamdan bir ses...

- Lan! Piştt... Nereye gidiyon lan?

Döndüm.. Az önce beni başka bir kapı armaya yollayan asker...

- Noldu? dedim..

- Ge buraya... Gel...

Ikıla sıkıla tekrar yaklaştım tüfeğinden küçük ve hafif askerin yanına..

- Noldu?
-Giriş burdan..

Evet... Az önce girmek isteyip de giremediğim kapıyı gösteriyordu bana.. Ama o "Giriş burdan" sözünü öyle bir söyledi ki, sanki o az önce doğru yeri göstermiş de ben yanlış gidiyormuşum gibi hissettim. Dedim herhalde şaka yapıyor. Ama asker bir general kadar ciddiydi. Sesimi çıkartmadan cinayet soruşturması kıvamınca karışık ve çapraşık bir mesele haline gelen kapıya yöneldim. İki uzman çavuş karşıladı...

- Kimlik?

 Çıkarttım kimliği gösterdim. Yazdı, çizdi, bir şeyler yaptı.

-Üzerinde telefon var mı?
-Var..
-Niye getirdin?
-Teslim edecek yer bulamadım.
-Püff.... Keşke getirmeseydin...

Uzman çavuş cümleyi öyle bir noktaladı ki, içerde telefonu alıp gözünün önünde imha ediyorlarmış gibi aynı. Ya da dönüşü olmayan bir yola gidiyormuş gibi umutsuz... İçimi korku sardı. Dedim "Telefon gitti" Önemsiz birkaç sorgu sualden sonra içeri girdim. Bu sefer silahsız başka bir nöbetçi karşıladı beni. Maksat üst araması...

- Üzerinde kesici delici alet var mı?
- Var... Sağ cebimde portatif döner bıçağı, sol cebimde ekmek bıçağı, donumun içinde de ağaç motoru var... Biraz rahatsız edici ama napalım...

dememek için zor tuttum kendimi...

Niye?

1-Üzerimde kesici, delici aletle askeriyeye girecek kadar mal mıym?
2- Hadi getirdim diyelim... Bunları, üstümü aradığın zaman bulabileceğin yere niye koyayım?

- Tırnak makası var, tıraş bıçağı var?
- Tamam geç...

Ne yani? Şimdi tırnak makası ve tıraş bıçağı kesici delici alet sınıfına girmiyor mu? İsteyen adam tırnak makasıyla soykırım yapamaz mı?

Demek ki, tipten kurtardık...

Devam ettim içeri ve amfi dedikleri ilk istasyona girdim. İlk masada oturan askerlerle bir süre bakıştık. Sanki onlar yeni askere geliyorlarmış gibi tedirgindiler. Dedi "Kimlik?" Bilgisayarda kaydıma kuyduma bakarken yandaki eleman  gözlerini şaşkınlıkla kocaman açmış bana bakıyor. İşaret parmağını yavaşça uzattı. Kaşif bir ses tonuyla:

- Sende bilgisayarcı tipi var...

Güldüm.

- Türkçe öğretmeniyim...

Elini masaya vurdu.

- Hadi beee... Tüh... Nerelisin?

- İStanbul, pendik...

Az önce açılan şaşkın gözler tekrar dikildi bana...

- Valla de... (Yanındakine)Kağıt ver lan kağıt...

- Niye la?

- Hemşerim oğlum... Torpil yaparız...

Neşeli bi tip... Aklıma "Muhtac-ı himmet dede, nerde kala gayrıya himmet ede" sözünü bana hatırlattığı için sevdim elemanı. Çünkü eleman, ancak bayramlarda sokakları, torpil patlatarak maniple eden yaramaz çocuklara benziyordu. Torpilden kastı da oydu herhalde...

Neyse...

Diğer masada ise çanta ve valiz kontrolü... Askere çantayı vermemle birlikte savaş başlamış oldu çantayla... Adam resmen çantayı yedi.. Annemin sığdırmak için özenle 1000 kat katladığı elbise çamaşır vs.'yi gelin çeyizi serer gibi masanın üstüne yaydı. Arkamda da sıra bekleyen 5 asker var. Onlar da benim kaç beden don giydiğimi , hangi traş köpüğünü ve şampuanı kullandığımı öğrenmiş oldular. Hepimiz kardeşiz o yüzden... Sırada bekleyen asker adaylarının üzerimde yarattığı gerginlikten masada görücüye çıkmış elbiselerimin hepsini çantaya nasıl bir hızla tıktığımı siz düşünün artık...

Sırada telefon teslim istasyonu...

Girişte uzman çavuşun beni kilitlediği nokta... Telefonuma ne olacak korkusuyla titreye titreye yaklaştım masaya... Asker telefonu aldı, sardı sarmaladı, üzerine adımı yazdı ve kutuya attı ve "14 gün sonra alırsın" dedi ve kutuya attı. Bu kadar... Yani telefonum güvende... İşte bu yüzden uzman çavuşun neden tripten tribe atladığını çözemedim bir türlü... Beni de gerdi durduk yere...

Amfi denen tribünlü binadan çıkar çıkmaz karşımda aynısında bir tane daha gördüm. "Oha bir tane daha mı?" diyerek yana açılıp ileriye doğru baktımda aynısından 9 tane daha olduğunu farkettim. Ve hepsinin önünde Nokia'nın meşhur yılan oyunundaki gibi kıvrılmış yılansı asker kuyrukları...

Girişim saat sabah 11 deydi... İşlemler bitip yatağ uzandığımda saat gece 22.30 du. Ve o gün aslında askerliğin bittiğini hissettim. Gerçekten bitmişti. Ben öyle düşünüyorum. Çünkü 6 ay boyunca öyle bir yorgunluk yaşamayacaktım...

Ama... Sabah 05:30 da, "Koğuş kalk" nidasıylabütün işler alt-üst olacak, dünya tersine dönecekti.

(Popüler romanlardaki gibi kapitalist bir son oldu evet... Körle yatan şaşı kalkar)

(Devamı gelir, gelir... Daha malzeme var)

A.S

29 Eylül 2011 Perşembe

SAÇMA....

Aşağıdaki satırları 5 dakika içerisinde etrafa bakarak ve gördüğüm nesneleri birleştirerek yazdım. Anlatmak istediğim hiç bir şey yok... Sadece bir anda şiir yazasım geldi daha önce hiç gelmemesine inat... Ben de yazdım... Amaç yok... Şiir işte.. Kafiyeli mafiyeli...


Dışa çöküşün mutemedi
Ruha nöbet saati geliyor
Aşk bir çelik kasa
Beden imzadan dönüyor

Bırak, sular yukarı aksın
Yalan doğruyu hep dövüyor
Ötekinin hayatı boş küme
Mavi dağlar, güneşe tepeden bakıyor

Değirmen rüzgarında çıkan fırtına
Sevda bir kaşık suda boğuluyor
Kireç boyalı duvarlar, dökülmüş tablo
Dimağımda iradesizce çatlıyor

Ahşap dolaplarda parlak plaklar
Gün geçtikçe ayrılığa dönüyor
Nihavend gramafon, yağmur yüzlü
Rast bana "bekleme artık" diyor

Beklemem... Cebimde hiç vakit kalmadı çünkü
Saatler bir türlü veresiye vermiyor
Güneşten ışık yerine süzülen umut
Ama bana her şey tersinden geliyor

Bukle bukle kırılmış aşk parçaları
Yorgun bir yoğunluğun altında sızlıyor
"Neden?" demeye cesaret edememiş
Dudak arası boşluktan dinliyor

Yapay günlerin yapmacık sesi
Uzak yakın cenneti arıyor
Alev aşığı közlenmiş sinenin
Denize dökülen küllerini özlüyor

Merhale merhale düşen maskeler
Uzviyetin makyajına sızıyor
Göz altı torbaların kan dolu rengi
Simaları hep ters-yüz ediyor

Çürümüş hayallerin puslu girdabı
Şimşek çaktıkça titriyor
"Hadi olsun" denilen ufuklar
Pervaz altı mermerleri deliyor

Tırnakla suya yazılmış sevdam
Her an kaybolup geri geliyor
Artık gelmeyecek ama, biliyorum
Mavi tünelin siyahına koşuyorum

Yani... Şiir gibi işte... İçinde güneş var, deniz var, ateş var, cennet var... Bunlarsız şiir yazılmıyor diye biliyorum ben... Öyle değil mi? Dağ, tepe, kuş ve bil-umum doğa ögeleri olmadan şiir yazılamıyor.

Ben mi yanlış biliyorum?

A.S

27 EYLÜL 2011 - MARMARİS

25 Eylül 2011 Pazar

BEKLEME YAPMA!!!

Ne hasta bekler sabahı
Ne taze ölüyü mezar
Ne de şeytan bir günahı
Seni beklediğim kadar


Geçti, istemem gelmeni
Yokluğunda buldum seni
Bırak vehmimde gölgeni
Gelme artık neye yarar

NFK

Belki de dünya tarihinde yazılmış en dokunaklı "bekleyen adam", "beklenen kadın" şiiri...

İki kıta içerisine sığdırılmış bir sevda coğrafyasını andırıyor bana...

Ben de Necip Fazıl gibi bekliyorum...

Ama sadece gibi olarak kalacağımı da biliyorum. Zira yukarıdaki şiire yaklaşmak, alev püsküren yanardağın kraterinden içeri bakmak kadar zor...

Bununla ilgili bir Osmanlı hikayesi geldi aklıma...

Yavuz Sultan Selim, Şair Vehbi'nin istemeden kalbini kırar. Yetenekli şair duruma çok içerler ve İstanbul'dan ayrılıp Anadolu'ya yerleşir ve Van Müftüsünün katipliğini yapmaya başlar. Ama onu kimse bulamaz... Pişman olan Yavuz, kalbini kırdığı Vehbi'yi bulmak için kurnazca bir plan yapar.

Bir şiir yarışması başlatır ülke çapında...

Bir mısra yazar ve devamını en güzel getirene ödüller vaad eder. Vehbi güya dayanamayarak yarışmaya katılacak ve Yavuz da nerede olduğunu bulacaktır.

Yavuz mısrayı yazar:

"Bütün dünya benim olsa gâmım gitmez nedendir bu"

Ve yarışma başlar...

Kalbi kırık Şair Vehbi, Van müftüsünün yanındadır. Müftü gelir ve yarışmadan bahsederek "Sen benim yerime bu şiirin devamını getir. Ben kendi ismimle yarışmaya katılayım. Böylece padişah seni tanıyamaz"

Vehbi kabul eder ve Yavuz'un mısralarını şöyle tamamlar:

Bütün dünya benim olsa gâmım gitmez nedendir bu
Ezelden gâm tûrabıyla yoğrulmuş bir bedendir bu


Arkadaş, sakın terk etme insafı, makam-ı imtihandır bu
Gelen gider, giden gelmez, iki kapılı handır bu

Şair "Nasılsa benim adıma değil" diyerekten gönül rahatlığıyla sitemini etmiş, öfkesini atmış, içini dökmüşür. Padişah Van müftüsü tarandan yazıldığı söylenen bu şiiri okur nihayetinde... Şair yetenekliyse, sultan da zekidir. Kendisine dökülen ahları hemen anlar:


"Aradığım şair Van müftüsünün katibidir. Gidin getirin"

Ben de Şair Vehbi gibi sürekli bir yerlere göndermeler yapma ihtiyacı hissediyorum nedensiz...

Ama zihnimde canlanan şeyler, şairin şiirindeki gibi birbiriyle bütünleşip, ete-kemiğe bürünüp, derli toplu bir eser husule getirmiyor ayrılığa ve beklenenin artık gelmeyeceğine dair...

Yahya Kemal'in "Her gün kavuşmanın tadı başka, ayrılıp kavuşmanın tadı başkadır" sözüne, "Ayrılan kavuşamaz ki" diye dayılanıyorum.

Yine Yahya Kemal'in, "Ankara'nın en çok nesini seviyorsunuz?" sorusuna verdiği "İstanbul'a dönüşünü" cevabına "Ya artık İstanbul diye bir şehir yoksa ve Ankara'ya mahkum olmuşsak" diye endişeli bir laf döküyorum ortaya...

Yılmaz Erdoğan'ın "Tıpkı ölüm gibi, ayrılık da yaşamın emri" deyişine "Bence ayrılık yaşamın değil, ölümün emri. Ayrılanlar ölür çünkü" diye saçma sapan bir dimağ ile itiraz ediyorum.

Artık derli toplu hale gelinceye kadar kuluçkaya yatacağız mecbur...

Kader...

24 EYLÜL 2011 - MARMARİS

A.S

EZİLMEK

Her şeyin altında eziliyorum...

Dünyayı cebime koymak istedim ama olmadı...

Kainatı tozlu kitaplarımdan birinin sarı sayfaları arasına sıkıştırmayı denedim, yine olmadı...

Sebeplerimi sepetlere koymak istedim, içinde çiçek var "elleşme" dediler...

Elimde kalan son beşliği muhtaç bir çocuğa vermeğe kalktım, "o çocuk senden zengin, başka kapıya"  dediler... Baktım, gerçekten kalbi kocamandı...

Ufuk çizgisine kadar yüzmek istedim, "güneş battı, yarın gel" dediler...Yarın bir türlü olmadı...

Sonsuza kadar yaşama hayali kurdum, "zifiri karanlıkta bile parlayan gözler bul" dediler...

Gözleri bulmak için seneleri eskittim, kendi üzerimden atladım "Boşver, vazgeç" dediler...

Sallamadım söylenceleri...

Küçük bir kentin, kocaman gölgeleri arasında buldum onları... "Sana gitmez bu gözler" dediler...

Uydurmaya çalıştım kendime... Ama kendim devasa bir yalana dönüştüm, gözleri dönüştürmek isterken...

Ve... Gözler kayboldu...

Şehirleri kanalizasyonlarına kadar aradım, "Hıyanettir..Çünkü gözler sana emanetti" dediler...

ve

"Mavi" bir çölün ortasında tek tek kum tanelerinin altına bakarken buldum kendimi...

Rüzgar nağmeye durdu... "Evine dön" dedi...

"Dönemem" dedim

"Dönmelisin" dedi...

"Ölsem" dedim

"Ölemezsin ki" dedi...

"Neden" dedim

"Ölüm yalandan zordur çünkü" dedi...

"Yaşamak?" dedim...

"O daha zordur" dedi...

"Gözlerimi arıyorum, gördün mü" dedim

"Onları bulamazsın, çünkü artık parlamıyorlar... Sıradan gözlerden farkı kalmadı..." dedi

"Niye" dedim...

"Sen daha bir çocuksun ve çocuklar yalan söyler" dedi...

Mavi çölde fırtına çıkardı ve trilyonlarca mavi kum zerreciğinin altında kaldım...

Nefesim daraldı...

Eziliyorum...

Kayıptan bir ses...

"Mahkumsun" dedi...

Sonrası masmavi...

............

A.S

DAVA - FRANZ KAFKA

"Düşünceleri fazla dikkate almamalısın. Yazı değişmez, düşünceler ise çoğu kez sadece yazı karşısındaki aczin ifadesidir"

Artık Kafka'yı ikinci Ahmet Hamdi Tanpınar ilan ediyorum. Bence Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile DAVA arasında pek fark yok. Ama bana öyle gerekiyor ki, Kafka DAVA'da çok farklı bir şey anlatmak istemiş. Sanki her cümlesinin anltında dünya siyasetine bir gönderme bir laf sokma var gibi. Kara mizah kokuyor buram buram. Çünkü bir insan sadece yazmak için böyle ilgniç bir hikaye kurgulayamaz.

Ve denilen doğru... Kafka, hiç bir akıma sığmıyor. Böyle bir anlatı tarzı yok. Böyle sürükleyici bir hikaye okumadım henüz o döneme ait. Olursa duyururum...

Kuşatılmışlık ve kokru ancak bu kadar ilginç bir konuyla işlenebilir. Kafka bir cümle mühendisi... Bir iç alem denetmeni ve zihin katibi. Aşmış, ruhta kaybolmuş. Kitabın ana karakteri olan Joseph K. hakkında tek bir fizyolojik betimleme yok. Rus romanlarındaki gibi insan fotoğrafı değil, ruh fotoğrafı çekiyor. Hiç sırıtmıyor ama... İnsan kitabı okurken zihni kendi çiziyor karakter resimlerini...

Diğer Kafka kitaplarını hayvanca bir sabırsızlıkla bekliyorum. Kafka külliyatı hatmetmek farzdan da öte oldu...

23 EYLÜL 2011 - MARMARİS

A.S

GÜLLÜK DEĞİL GÜNLÜK - 3 / İRADE SİZSİNİZ

İradesizliğin ırsi olduğunu düşünmeye başladım. Hatta düşündüm ve kseinlikle ırsi olduğuna kanaat getirdim .Fi tarihinde, babam anneme "babası gibi irdaesiz" demişliği var benim hakkımda. Çıkış noktam burası. Buna binaen bernim her fırsatta dibine vurduğum hareket kontrl edememe alışkanlığım devam ediyor. Bir şeyi yapmamam gerekiyorsa, onun yanlış olduğunu hata yaptığımı, bunun kocaman bir iradesizlik göstergesi olduğunu bile bile yapıyorum. Üstelik bunu nedeni davranış sonu alacağım dönütün içsel oluşu. Dışsal mekanizmalara karşı hassasımdır. Yani kendimden başka herksiz sözünüdinliyorum ama kendimihep ıskalıyorum. Söz gelimi; kırmızı ışıkta gçmiyorum. Ama kırmızı ışık zihnimdeyse ve bundan dolayı fiziksel ve dünyevi bir ceza almayacağımı biliyorsam, sallamıyorum ışık mışık....

Böyle olmayı istemiyorum, böyle davrananlara kızıyorum ama bunu önlemek için "hatve-i mur" (karınca adımı) kadar mesafe katetmiyorum.

Yapmam gerekn işleri bir kenara yazıyorum fakat "Bu iradesizliğin üstesinden nasıl geleceğim" diye düşünmekten planları icraya vakit kalmıyor.

Çoğu zaman plan yapmak, planı icradan daha fazla sürüyor ve dolayısıyla hayatımı planlar üzerine kuruyorum.

Hemen bir örnekle göstereyim:

- Askerde okunabildiği kadar klasik okunacak
- Terhis tarihine doğru ücretli öğretmenlik başvuru tarihleri takip edilece, eğer vakit uyuyorsa hemen İSTANBUL, PENDİK, ÜMRANİYE ve ADAPAZARI HENDEK'ten ücretli öğretmenlik başvuruları yapılacak.

- Ücretli öğretmenlik çıkarsaher ay 100 liralık kitap alınacak ve her hafta en az bir kitap okunacak.

- Facebook, sadece arkadaşlarla iletişim için kullanılacak.

- Şayet, ücretli öğretmenlik çıkmazsa Şeref Abiyle konuşulacak ve dersanede görev istenecek...

- Eğer, ücretli veya dersane İstanbul'da olursa diksiyon kursuna gidilecek.

- KPSS lafı eden insanların yanından ışınlnarak uzaklaşılacak.

- Nisan - Mayıs gibi ne kadarözel okul varsa hepsine CV yollanacak.

- Eğer özel okul çıkarsa, tabiri caizse it gibi çalışılacak, "Çok çalıştırırlar az verirler, sürünürsün" diyenlere dudak kenarıyla alaycı bir gülümseme atılıp kenara çekilinilecek.

- Okulda "okur-yazar" klubü kurulupp, okulu İstanbul'da "okur-yazar yetiştiren okul" diye popüler yapılacak

- Tiyatro ve fotoğrafçılıkla ilgili okul faaliyeti yoksa ivedilikle kurulup faaliyete geçirtilecek

- Okur-yazarlık üzerine velilere ve öğrencilere seminerler verilecek.

- Konuşma ve Diksiyon kursu açıpöğrencilerin kitlelere hitap etmesi sağlanacak

- Özel okuldan aldığım ilk maaşla CANON D500 alınacak

- Deli gibi İstanbul fotoğrafı çekmeye devam edilecek

- Haluk Dursun'un "İstanbul'da Yaşama Sanatı" kitabı sayfa sayfa tatbik edilecek

- Türk Edebiyatı vs. dergilere devamlı surette yazılar gönderilecek

- Mutlaka araba alınacak (Arabasız olmaz)

- Bu maddelerin %75'i gerçekleştikten sonra evlenme planları yapılacak

- Fatih ile birlikte açıktan edebiyat bölümü okunup akademik kariyer kasılacak

- Babaya "Bak KPSS'yi kazanamadın şimdi sürün" deme fırsatı bırakmayacak kadar maddi yardım yapılacak.

- Müsait oldukça film festivalleri takip edilecek, sinemaya gitme düzene oturtulacak

- İstanbul flarmoni osrkestrası takip edilecek

- Beşiktaş, Real Madrid, Atletico Madrid ve Galatasaray'ın bütün maçları izlenecek

- En nihayetinde "Tûl-i Emel" in kötü bir şey olduğu akıldan çıkarılmayacak

 - Ve en önemlisi günde yapılması gerekn o 15 dakikalık iş yapılmadan bunlarının hiç birinin gerçekleşmeyeceğinin bilincinde olup ona göre davranılacak

Evet... Haklısınız... Migros'ta satılacak kadar kelepirleşmiş kişisel gelişim kitaplarında yazan "hayallerinizi yazın" tadında bir liste oldu ama bir şekilde somutlaşması ve mühürlenmesi gerekiyordu.

Neyse... Şu an çok mutluyum zaten...

Neden?

Çünkü hava bulutlarla kaplandı ve yağmur yağması an meselesi... Üstelik müthiş de rüzgar esiyor. Deniz dalgalı... İnanın tam 40 gündür bulutlu hava görmedim. Klima soğuğundan başka soğuğa maruz kalmadım ama şimdi ıslanmayı ve soğu havanın her hücreme işlemesini istiyorum rtık. Nuri Bile Ceylan'ın Üç Maymun filmindeki kasvetli havaları çok özledim...

********* ******** *******

Deli gibi fotoğraf çekmek istiyorum ancak burada merceği olan tek nesne gözler. Ne yazık ki onların da hafıza kartı olmadığı için donduramıyorum hayatı. Ama yağmur yağarken denizin halini görmeliydiniz. Güneşli havada gözümüze soka soka "Yaaa, manzara dediğin, dağ-tepe, koy dediğin böyle olur. Kıvranın orda bitli piyadeler" diye çığıran tepeler, denize çöken sis bulutunun arkasına yavru kedi gibi sinmişlerdi. Hiç biri ortalıklarda gözükmüyordu. Güneşli havalarda efelenen doğa, yağmur karşısında acziyetine ağlıyordu meslektaşına... Denize düşen her damla bir yuvarlak, her yuvarlak acıyı ve kasveti simgeleyen halkala çiziyordu maviden bozma gri denize. Ve ben bu doğa savaşına sadece bakmakla yetiniyordum.

İstanbul'u da çok özledim zaten...

Her şeyni özledim hem de... Pis havasını, çöpünü trafiğin, bir milyon kişinin beklediği metrobüs duraklarını, her seferde sanki ilk kez geçiyormuş hissi veren köprülerini bina yığını manzrasını ve leş gibi koktuğu söylenen 16K ototbüsünü bile çok özledim...

Hadi bit artık...

21 EYLÜL 2011 - MARMARİS

A.S

ENTERESAN AŞK - 2

Artık sevgili olduklarına dair resmi belgeyi birbirlerine ilan-ı aşk ederek imzalayan kız ve erkek özde fani olma aşamasına geçmişlerdi. Verdikleri "Asla sıradan aşıklar gibi olmayalım" sözüne hürmeten, sair insanlar için hiçbir değer arz etmeyen nesnelere derin manalar yüklemeye başladır. Aşklarını, çikolata kaplı leblebiye, çubuk krakere, her gün gitmekte oldukları kafenin pahalı ama sadece rengi çaya benzeyen sıvılarına ve çilekli pastaya indirgemişlerdi.

Aşk, onlara göre, kızın kendi eliyle pişirdiği ve atılmak üzere kenara bırakılan plastik kavanoza koyarak evden kaçırdığı ve erkeğe getirdiği aşureydi.

Alüminyum folyoya sarılmış haluj ve kakaolu kekti.

Geceleyin cama çıkıp birbirlerinin siluetlerini seyrederek saatlerce telefonla konuşmak ve gülme krizlerine girmekti.

Kız tarafından hediyele edilen Yılmaz Erdoğan'ın "Haybeden Gerçeküstü Konuşmalar" kitabına harbiden gerçek üstü aşklarının dipnotlarını düşmekti yapışkan kağıtlarla...


Birbirlerine isimleriyle hitap etmemekti...

Zaten kızın ismi erkek için tam bir metafor hazinesiydi. Her mesajda, her konuşmada, duvağı açılmamış sevgi sözcükleri üretiyorlardı. Ama özellikle "seni seviyorum" demiyorlardı; çünkü onlar "Aşk hissiyatın kelimelerle israfı değildir" sözüne iman etmişlerdi. Çoğu şeyi konuşmaya gerek bile duymadılar. Bir saniyelik göz göze gelmeyi,  bir ömür konuşmak ya da ciltlerce kitabı bir anda bitirmek addediyorlardı. Ama hiç beş dakikadan az bakışmalar yaşayamadılar. Çünkü kızın her hücresi farklı renklerde olan gözlerine erkeğin odun kahvesi gözleri bir türlü yetişemiyordu. Kızın gözünden içeriye inmek erkek için mesele haline gelmişti. Ama her sefer bu zorlu ve tatlı mücadeleyi yaşamak onlar için aşklarının en güzel yanıydı.

Şehir içi yollarda, sık sık tümseklere rastlarsınız. Eğer arabanızın süspansiyonları kaliteliyse hızlı girdiğiniz tümseklerde yaylanma hissi duyarsınız. Ve arabanızın arka koltuğunda küçük çocuklar varsa, sizin için hızkesici ve gereksiz olan tümsekler onlar için bulunmaz hint kumaşı tadında birer eğlence kaynağıdır. İşte kız ve erkek de arka koltukta cıvıldayan çocuklar gibiydiler. Aşk yoluna atılan eski asfalttan bozma tümsekleri tabiri caizse sallamayarak eğleniyorlardı.

Bu yazıya girmesi gerekmeyen -aslında çok da lazım olmayan- bazı toplumsal meseleler yüzünden (toplumun en küçük yapı taşı ailedir diyelim ve yumağa ulaştıran ip ucunu verip konuyu kapatalım) yaşanması gereken çoğu şeyi yaşayamadılar:

Üniversite ile kafe arasındaki kalabalık ve merkezi caddeden bırakın el ele yürümeyi yanyana bile yürüyemediler. Yine aynı sebeplerden, bir pasajın üst katında, geleni gideni çok olmayan, ama tersine otantik bir atmosferi olan kuytu bir kafeye gitmek zorunda kaldılar her seferinde. Üstelik kafenin girişindeki, üzerinde sarılmış (daha doğrusu erkek elini kızın omuzna atmış) çift resmi bulunan ve "burada laubalilik ve uygunsuz hareketler yasaktır" ya da "ahlak bekçiliğinin yaşandığı yegane adres burası" demek istercesine kocaman bir kırmızı çizgi çekilen tabelaya rağmen. 

Yine aynı sebeplerden güneş battıktan sonra, sokak lambalarınınaydınlattığı caddelerde, mekanlarda bulunmadılar. Gün batımının ve gün doğumunun ne demek olduğunu anlayamadılar. Araba farları hiç gözleini almadı. Çimlere uzanıp yıldız sayamadılar. Sabah uyandıklarında birbirlerini göremediler, beraber kahvaltı hazırlayıp, beraber bulaşık yıkayamadılar.


Ama bütün bunları mizah malzemesi yapmayı bildiler. Kafe ile üniversite arasını beraber gidemiyoruz diye oturup ağlamadılar. "Önce kim gitsin" diyerek işi espriye vurdular ve yazı tura attılar. Erkeğin ali cengiz oyunlarıyla her seferinde tura geldi ve hep kız önden gitti. Onu 30-40 metre öteden takip etmeyi sevdi erkek..

Kafede sarılmak yasak diye dert etmediler. Önden giden kafenin olduğu pasajın kuytu kısmında bekledi, sım sıkı sarılı pöyle girdiler içeriye... Kafenin sahibinin şarkıcı Nev'e çok bnzemesini alaya aldılar ve "o" kafedeyken el ele diz dize oturmaktan başka bir şey yapamadılar. Kız başını erkeğin omzuna koyamadı hiç... Yan yanayken özlediler ve hasret çektiler göz göze.. Ve sırf bu yüzden şarkıcı Nev'den nefret ettiler sırf kafeci ona benziyor diye...

(Bu sefer devamı gelir mi bilmiyorum)

A.S

18 Eylül 2011 Pazar

GÜLLÜK DEĞİL GÜNLÜK - 2 / BU NE LAN?

Bölük bürodayım.. Odada kimse yok. Masanın üzerinde tayini yeni çıkan Ege Bölge Komutanının resmi ve birbirine girmiş muhtelif evraklar...

Şu an, beyaz köüp bardaklara siyah pilot kalemle V.Astsubayın çizdiği şeytan yüzlü adam resmine bakıyorum. Saklıyor onu V. Astsubay... Arkasında orta parmak gösteren bir el var. İzin isteyenlere gösteriyor onu. Çünkü orta parmağın hemen üstünden çıkan konuşma balonunda "AL SANA İZİN" yazıyor...

Komik adam...

Amir masasının hemen önündeki, iki zayeretçi koltuğunun arasında duran sehpaya istif edilmiş National Geograghic ve ATLAS dergilerine çarpıyor gözüm... Hepsini okumak istiyorum ama 10 dk. sonra sıkılacağımı biliyorum. Hiç elleşmiyorum o yüzden. Belki resimlerine bakar ve fotoğraf makinalarının ne kadar geniş açılı ve pikselli olduklarına tekrardan hayret ederim.

Çekmecede DAVA var... Kafka'nın... Yarısındayım.. Elim bir türlü gitmiyor kitaba.. Yo hayır! Kitabın sıkıcı olduğunun söylemiyorum. Aksine inanılmaz bir eser ama olmuyor işte.. Geçen o dergilerin birinde okudum:

"Sürekli kitap okuyan insanlarda beliren kitaba karşı isteksizlik duygusu depresyon habercisiymiş"

Korktum...

16:00 - 20:00 nöbetim var. Koğuş nöbeti... Koridora konan, gıcırdamaktan tas kesilmiş bir masa ve arkana yaslandığında düşecek hissi veren dengesiz bir sandalye üzerinde kitap okumak. Belki okurum... 100 sayfa kaldı zaten...

Bugün Cumartesi... 20 kişilik bir grup çarşıda... Burada topu topu 9 kişiyiz. Hiç hareket yok.. Yarın ben çarşıya çıkacağım ve burada yine hiç hareket olmayacak... Gerçi öğlene kadar hareketliydim. "Askerlik yan gelip yatma yeri değildir" diyen başbakanla aynı zihniyete sahip nöbetçi astsubay geldi ve ne kadar temiz yer varsa hepsini temizletti.

Evet...

Temizi temizlemek... Suları ıslatmak gibi aynı...

Burası kurulduğundan beri kapalı olan ve belki de sonsuza kadar açılması muhtemel olmayan ne kadar oda varsa hepsini açtık ve temizledik. Ama kendim pisim. Dün çapraz nöbetim vardı ve yorgunluktan, sabah da yoğunluktan fırsatım olmadı ve olmayacak gibi duruyor.

Çapraz (tüfek çapraz tutulduğu için adı çapraz)denilen nöbet ise ayrı bir hayretin vesilesi... 30 kilo çelik yelek + 2 kilo miğfer + 4,50 kilo tüfekle 4 saat boyunca ayakta beklemek... Çelik yelek sadece kendini korumak için... Olası bir saldırıda seni ilk anda korusun diye yapılmış herhalde. Ama çatışmanın ilerleyen saniyelerinde çıkartmak zorundasın çünkü o ağırlıkla ateş etmen imkansız...

Asıl işin ilginç yanı çelik yeleğin 2007'den beri 24 saat boyunca askerin sırtında olması ve 2007'den beri hiç yıkanmaması... Buraya 9 kişi geldik yeni olarak... Arkadaşlarımdan 7'si ilk nöbetinde kustu...

Kokudan...

Bense koku alamadığım için ilk defa mutlu oldum...

Peki bu yeleğin yedeği yok mu?

Var... Hem de 2 tane...

Ama amaç o değil ki... Uzun dönemlere

"rezil adamlar, bi baltaya sap olamamışsınız, psikopat serseriler... Taşıyın 4 saat boyunca 40 kiloyu da adam olun",

kısa dönemlere de

 " Yaaa... Gördün mü? Askerlik olm bu... Öyle kafelerde çay-sigara-nargile-gırgır-şamata, üniversitede kamplar, eğlenceler, konferanslar, sempozyumlar, entel sohbetler, ateş başı falan... Burnun sürtülsün biraz, yok öyle rahatlık"

mesajı vermek...

Niye mi böyle düşünüyorum?

Çünkü kimse hiçbir şeyin açıklamasını, alt metnini anlatmıyor.. Bir iş varsa yapılır...

"Neden?"

Cevap:

"Bilmem ki"

A.S

17 EYLÜL 2011 - MARMARİS

GÜLLÜK DEĞİL GÜNLÜK - 1 / OF!

- İnsan ruhunun mekanizmasına yön veren çarkların sistematik olarak dönmesi hayatın ve işlerin yolunda gittiğinin göstergesidir. Biz yetişkinler için çoğu zaman çarkların yavaş dönmesi durumları hasıl olabilir veya dişlilerin arasına parazitsel hadiseler sıkışabilir. Ancak bunları çıkarmak bir kaç sancılı tecrübenin ardından mümkün olabilir. Çarklar tekrar mekanizasyonu sağladında hayat rayına oturur ve mevsim normallerine döner...

Ne var ki...

Bazen ne çarkların dönmesi, ne hayatın normal seyrinde gitmesi, ne de aralarına sıkışan çomaklar insanın elinde olmaz. İşte o zaman ruh beyne üfler ve beyin sigortalarındaki teller aheste aheste yıpranmaya başlar. Çünkü makina başkasının elinde hiçbir zaman randıman vermez...

Yıpranıyorum....

Son telefon görüşmemizde annemin yürek şahreleyen o muazzam sesiyle bana uyguladığı "psikoterapi" seansı etkisini yitirmeye başlıyor. Çocukken annemin hep yargılayan sesini duyduğumu ve onun aslında hiçbir şeyden anlamayan biri olduğunu düşünen ben, şimdi onun sesini arar oldum her yerde...

"Yavrum, askerdesin. Biliyorum... Ezilen insana yapacak bir şey yok demek onun sinirlerini zıplatmaktan bşak hiç bir şeye yaramaz. Ama zamanın hiç durmaması ve hep ileriye gidiyor olması çok büyük bir nimet. Şükretmen lazım. Ya zaman dursaydı ve sen orada kalman gerekenden daha uzun bir süre orada kalsaydın? O zaman o çok daha kötü olurdu. İşte yapman gereken içini ferah tutmak ve askerliği alaya almak.  Size verilen en kötü cezayı, hayatın sana yaptığı çok komik bir şaka olarak görüp ayaklarının ve sırtının ağrımasını hiçe sayarak bu şakaya katıla katıla gülmek.

Hani sen diyordun ya...

Cem Yılmaz izlerken vakit çok hızlı geçiyor diye... İşte Cem Yılmaz'ı askerlik olarak düşün ve zamanını doldurmaya bak... İnan, ben burada senden daha çok acı çekiyorum. Senin her oflamanda ben bin ofluyorum... Hiç bir şey yapmazsan "gülün için" (kendisinden bahsediyor, zira ben ona gülüm diyorum) onun bin oflamaması için oflama... Gözünü kapayacaksın ve açtığında biz, Sabiha Gökçen İç Hatlar çıkışında seni bekliyor olacağız"

demişti bana güllerin en güzeli olan annem...

Gençliğin verdiği ara gazla "Her şeyi kendim halledebilirm, kimseye ihtiyacım yok" demem yaptığım en büyük aptallıkmış meğer. Demek ki, her bunalım evresinde soluğu annemin dizini dibinde alsaymışım belki bulantılı ve karanlık satırları yazmıyor olacaktım.

Hep diyorum...

Biz burada (askerde) bir şeyin kefaretini ödüyoruz... Belki ben eskiden beri annemi çok kaale almayışımın ya da sivil hayatta yediğim bokların bedelini ödüyorum..

- Her fırsatta şunu duyuyorum:

"Çok rahat askerlik yapıyorsunuz, dağdakiler ne yapsın? Bir de şikayet ediyorsunuz!"

İyi de... Dağdakiler çok zorluk çekiyor diye biz de burada hiç yoktan kendimizi mi zincirleyelim? Durduk yere çatışma mı çıkaralım? Biz onların neler yaptığını, nasıl şartlarda yaşadıklarını zaten biliyoruz. Çünkü 20 yıldır şehit haberi izlmekteyiz..

Ama yapacağımız bir şey yok ki...

Bu bizim tercihimiz değil ki...

Askerde dağa ya da deniz kısına düşmek bizim kontrolümzde değil ki...

Biz ne yapalım?

Taze gençlerin kimin terörün kucağına, kimini kral dairesine atayan zihniyet niye bunu her fısatta yüzümüze vuruyor? Genç ve yapacak bir şeyimizin olmaması bunlara o hakkı tanır mı?

- "Askerlik gençleri adam ediyor" demek; devletin askere:

"Al, ben bu çocuğu eğitemedim, ona ulaşamadım, onu terbiye edemedim, işleri elime yüzüme bulaştırdım, al bari sen bunu yatır, kaldır, süründür, temizlik yaptır, adam et" demesidir.

Yani devlet resmen kendi içine kusmaktadır...

Askerden sonra gençlerin %80'i tekrar askerden önceki haline dönüyor ve askerlik sadece zaman kaybı olarak kalıyor, halbuki öyle olmamalı...

- Ben askerde yeterli bilinç verilmeden, salt iş yaptırıldığını düşünüyorum. Ben çok eskiden beri fiil boyutunun altında inanç boyutu olmazsa işlerin düzgün gitemeyeceğini savunanlardanım. Yani hep bir "NEDEN?" , "AMAÇ NE?" soruları tırmalar beni.. Ama askerde ne zaman bu soruları sorsam:

"Askerlik dostum yapacak bir şey yok"

cevabını alıyorum. Dolayısıyla yaptığım hiç bir işe sarılamıyorum, sivilde güle oynaya yaptığım işler sanki içimde karanlık dehlizler açıyormuş hissi veriyor. Üzerimde sürekli bir tedirginlik hali var...

Aslında açık bir şey söyliyeyim...

"BEN BURADA ÇOK SIKILIYORUM"

("Herkes sıkılıyor" demeyin, G-3 kullanmasını çok iyi biliyorum)

(bkz: bir anti-militaristin askerlik nevrozu)

14 EYLÜL 2011 - MARMARİS

A.S

MAKSİM GORKİ : BENİM ÜNİVERSİTELERİM ve BAŞKA ŞEYLER

- Yıldız Ecevit'in "Ben Buradayım" kitabına Pendik Kemal Tahir Kütüphanesi'nde rastlamıştım ilk defa. Ama Allah'tan kitabın kapak kısmı açıktaydı. Yoksa kitabın incik cincik bir Oğuz Atay incelemesi olduğunu fark edemezdim. Zira üzerinde kocaman bir Oğuzcuğum Atay karikatürü var...
Kitapta Oğuz Atay'ın arkadaşlarıyla yapılan röportajlar da var. Şu an adını hatırlayamadım bir arkadaşına Oğuz Atay şunu söylüyordu:

"Maksim Gorki'nin Benim Üniversitelerim kitabını okudun mu?"

"Hayır"

"Benim Üniversitelerimi oku!"

diye noktalıyordu Oğuz Atay. Nedenini o zaman anlayamamıştım. Küçüklükten beri sebebini hatırlayamaz bir şekilde Maksim Gorki'den ve kitaplarından nefret ederdim. Ama Benim Üniversitlerim'i okuyunca, kendimi Oğuz Atay karşısında, yaramazlık yapan çocuğun babasının önünde kızarması gibi kızardığımı hissettim.

Çünkü Gorki, Tutunamayanlardan bahsediyordu.

- Kitap bana biraz karşık geldi. Yani ortada bir üniversite yok bir kere. Gorki ortamdan ortama giriyor ve ortamlarda yeni insanlarla tanışıyor, farklı hayatlara şahit oluyor, oralarda çok şeyler öğreniyor ve üniversite okumak hayali ile çıktığı ama başaramadığı yolda, katıldığı ortamları birer üniversite olarak tanımlıyor.

- Gorki'nin Tolstoy ile ne alıp vermediği var anlamadım, bir araştırmak lazım. Devrimci-İlahiyatçı kavgası gibi duruyor.

- Askerlik devam ediyor. Boş buldukça okuyorum ama her an bir iş çıkma tedirginliği motivasyonumu bozuyor.

- Bu arada internet ve televizyonun kitap okumayı baltaladığına bir kez daha şahit oldum...

- Elimde 3 tane daha kitap var.

Edward Zweig  - SATRANÇ
Tolstoy - DİRİLİŞ (yeniden)
Kafka - DAVA

Ama yine de çarşı izninde, uzun saçlı ve çıplak kitpçı abiye uğramak lazım...

7 EYLÜL 2011 - MARMARİS

A.S

(Askeriyede internet yok, defter tutup, çarşı izninde nete geçiyorum. Napalım, askerlik ...)

1 Eylül 2011 Perşembe

DOLUDAN BOŞA

Okumak, aslında çok zor biş... Cemil Meriç belki de "Kitap kainata açılan kapıdır" derken bunu metafiziksel değil fiziksel olarak açıklamak istemiş olsa gerek. Meta'da gözünüzü kapatmak kainatın kapısına ulaşmak için yetse de fizikte bunu yapmak imkansızdır. Belki diyebilirsiniz ki "Sen gözünü kapatmasını bilmiyorsan biz ne yapalım?"..  Haklı olabilirsiniz...Ama... Bazen hayat çamura saplanır ve çıkmak için uğraşırsınız... Çoğu zaman çıkana kadar patinaja devam edersiniz, usanmadan... Kimi zamanda güneşin saplandığınız çamuru kurutmasını beklersiniz...
Çamuru kurutmaya alıp bekleme şıkkı genelde öncesinde geçirilen çok yorucu yolculuklara delalet eder. En azından benim için öyle... Belki de çamura saplanışınızı sancılı bir mola olarak değerlendirmek isteyebilirsiniz...

İşte ben de öyle yaptım ve acemilik sonrası kullandığım 7 günlük dağıtım izninde, film ve televizyon izlemek dışında hiçbir şey yapmadım. Gezmeye çıkmadım, arkadaşlarla görüşmedim, kitap okumadım, yazı yazmadım..." Büyük Umutlar" la aldığım kitaplar 7 gün boyunca masanın üzerinde ağlamaya durdurlar...

Şimdi doluluktan patlama noktasına gelen asker çantamın neresine sıkıştırsam onları diye kara kara düşünüyorum...

7 gün boyunca yüzüne bakmadığın çocuklarına askerde bakabilecek misin?

Evlat acısını bilirim... Ağlamalarına çok da dayanacağımı zannetmiyorum...

A.S

DİRSEK TEMAS - 1 (Askere Gidiş)

Sabahın ilk ışıklarına açık havada yakalandığım çok az olmuştu bugüne kadar... Daha önceki deneyimlerim genelde yolculuk esnasındaydı. Keyfini çıkara çıkara sabah serinliğinde güneşin doğuşunu izleme fırsatını yakalayamadım hiç... Ve kumlarını aşırdığım çölün tek bedevisi olarak büyük ihtimalle de böyle bir fırsat geçmeyecek elime... Çünkü askere bile giderken, sahurdan sonra evden çıkıp güneş yüzünü göstermeden kendimi uçakta bulunca kanıtlanmış oldu. Ondan böyle kesin konuşuyorum... (kutup ayılarını kınıyorum bu arada)

Kanıtlanan şeyler sadece bundan ibaret değildi.

Arkadaşlarla beraber dondurma yemeye gittiğimizde ben hep "Sade" dondurma yerdim... (Vanilyalı) Dondurma külahlarını veya tabaklarını çingene pazarı gibi rengarenk yapan çeşitlerle süsleyen arkadaşlarım bana her zaman "Lan ne düz adamsın?" derdi. (Aslında "Lan ne odun adamsın!" derlerdi de ben kendime onu yakştırmadığım için söylemiyorum. Mütevaziliğim üstümde, evet) Demek ki benim bu virajsız ve slaloma elverişsiz bünyem böyle yaratılmış. Yoksa millet askere gitmeden bir gün önce "En büyük asker bizim asker!" nidalarıyla mahalleyi sakinlerin başına yıkarken; benim sırtıma çantamı alıp "Bi gece de arkadaşlarda kalayım" edasıyla İETT'ye binip sessiz sakin havaalanına gitmem başka bir şeyle açıklanamaz.

Yukarıda bahsettiğim düz adamlık mevzuu havalanına girişimden itibaren tekrar nüksetti meal esef.
Hayatımda ilk kez uçağa binmeme rağmen yüzüme öyle bir ifade takınmışım ki, görenler her an bana "Yazık, çocuk uçmaktan bıkmış artık" diyeceklermiş gibi bakıyorlar. Hiç alışık olmadığım havaalanı, uçma prosedür ve protokollerini uzaktan gözlemleyip profosyonel bir şekilde yerine getiriyorum. THY reklamındaki Kevin Costner gibiyim...

Ama her çıkışn bir inişi vardır mutlaka.

Bendeki bu "öküzlüğü gizleme çabası" uçuş koltuğundaki kemeri bir türlü bağlayamamakla son buldu. Yanımdaki benden öküz adam da bir yardım etmedi vicdansız. En son sanki bağlamışım gibi kemeri belimin üzerine koyuverdim. Neyse ki hostes ablanın nazik ilk yardımıyla kemer krizini de çözdük bir şekilde.

(Ben niye leylekler gibi uçak muhabbeti yapıyorum ki? -bu arada leyleklerin ne kadar çok BOEİNG 737 dedikodusu yaptıklarını biliyor muydunuz?)

Uçaktan indiğimde sanki İstanbul'dan Adana'ya değil de Tekirdağ'a, ya da İzmit'e gelmiş gibi hissettim kendimi... Kısacık çünkü...

En son 10 yıl önce güneye inmiştim. 10 yıl, o yerin havasının ne kadar sıcak olduğunu hatırlamayacak kadar uzun bir süre. O yüzden uçağın kapısından çıkışımla düdüklü tencere buharı gibi sıcak bir havanın yüzüme vuruşuna çok fazla şaşırdım. Hatta o derece şaşırdım ki, uçak ile iç hatlar binası arasındaki yolu yürürken bu sıcaklığın yeni inmiş olan uçağın motorlarından geldiğine inanmaya başladım. Ama havaalanının çıkış kapısına geldiğimde anladım ki bu uçağın değil Adana'nın sıcaklığı...

"Olm böyle sıcak mı olur lan" şeklinde söylene söylene kendimi bir anda İskenderun da buldum. Adana da yaşadığım iklim şaşkınlığını İskenderun'da yaşamadım ama. Çünkü kotam Adana'da ağzına kadar dolmuştu. Daha fazla şaşamazdım...

Otogardayım... Gerçi otogar demeyelim, avlu diyelim... Sadece bir-iki dükkan ve beni bırakarak Hatay'a devam edecek olan otobüs ve bir taksi durağı...Sanki İskenderun'a yüzbinler akın ediyormuş da o yoğunluğu karşılamak için 1000 tane taksi koymuşlar durağa...  Taksi durağına gittim ve beni bir taksiye bindirdi taksiciler... Daha doğrusu ben onun taksi olduğunu sonra öğrendim...

Yanlış anlaşılmasın, bindiğim yaratığa, literatürde başka bir terim olmadığı için taksi diyorum. Yani bildiğimiz taksi ile bindiğim oluşum arasında birbirini karşılayacak nitelikler yok... Taksi ve bindiğim şeyi yanyana koysam ve "7 benzerliği bulun" desem bulmaca sınıfta kalır. Valla...

Hatta size kısa bir tasvir yapabilirim. İskenderun'da böyle bir varlığa denk gelirseniz kesinlikle binin...Kçükken Lunaparklarda girdiğimiz korku tünelini hatırlar bana dua edersiniz...

1-) Taksi, Murat 131 marka ama direksiyonu eski Opel Astra direksiyonlarından ve tam ortasında BMW amblemi var. Kanarya'nın boynuna astığı "Abi valla ben atmacayım" yazısı gibi... Şaka gibi...

2-) Tofaşları bilirsiniz... Ön torpido kapaklıdır ve kapağı yukarı bakar... İşte bu kapak yerinde yok ve içinde pense, tel, sarı bez, tuvalet kağıdı ve büyük ihtimal 1964 yılında üretilmiş ufak bir su şişesi var... Mide kanseri olmak için birebir bir manzara...

3-) Arabanın içi, Dakar rallisinden yeni çıkmış gibi toz dolu...Yani araç içi döşemenin rengini tahmin etmenize imkan yok... En fazla "küf yeşili" tanımlasını yapabilirsiniz ki o da çok marjinal bir yaklaşım olur, bence denemeyin... Filli Boya kataloğuna falan bakarken anca denk gelirsiniz öyle bir renge...

4-) Ama... Türk insanındaki otantik ve oryantalist felsefe her yerde... El freni ve vitesteki ahşap döşeme ile dekoratif anlamda bir sentez yakaladığı kesin taksi şöförünün... Teypte çalan Hüseyin Altın'ın "Dün Gece Meyhanede" şarkısı da bunu destekler mahiyetteydi zaten...

5-) Şöför için üzerinde seyrettiği yolun ve trafiğin hiçbir önemi yok... İstanbul trafiği gibi trağie sahip bir caddede ayağını gazdan çektiği nek tokna kırmızı ışık... O da toplumsal kaygı ve mahalle baskısından... "Kırmızı ışıkta dur" kuralını abimiz yıllar önce unutmuş... Tümsek ve çukur gibi asfaltsal hataları protesto edercesine daha hızlı giriyor çukurlara... Virajlar ise gereksiz yerler... Dönerken daha çok gaza basmak lazım ki araba yola tutunsun değil mi ama? :)

6-) Küçükken köye giderdik ve kuzenlerle birbirimizi el arabalarıya taşır eğlenirdik... Ama yeminle söylüyorum el arabası İskenderun'da bindiğim o cisimden çok daha konforluydu...

(Devam edecek mi? Eder herhalde)

A.S

10 Ocak 2011 Pazartesi

BU GÜN GÜNLERDEN BİR GÜN


İlk kez çaresizliğin pençesinde olduğumu düşünmeye başladım. Bu gün meramı anlatacak üç kelimeyi zihnim bir araya getiremedi. Dahası, fena halde acziyete tabi oldu. Söz dağarcığım utandı, yerden kalkmadı kitap yoksunu gözlerim ve ellerim titreyerek uzandı klavyeye. Zor bir yazının arefesine, yazıya dair herhangi bir fikrim olmadan girdim. Belli ki cahil cesaretiyle tükenmiş sözcüklere sığındım ve sözcükleri cahilce bir savunmayla dizdim satırların arasına.

Bu gün günlerden bir  gün...

Her zamanki günlerden biri okumadan, yazmadan, düşünmeden,üretmeden geçen herhangi bir gün.

Gözler boşlukta,

boş  boş  bakmakta,

ortalıkta iki satır yok ki biraz takılsınlar. Ya eller klavyenin üzerinde bir sağa bir sola...

Zihin bomboş, eller ne yapsın?

Sonra içerde de durum feci...

Zihnimin köşelerinde bir şeyler takılı...

Her şey olabilir.

Mesela; kullanmaya kullanmaya unutmaya başladığım sözcüklerin feryadı ya da cümlelerin hafıza yolculuğunda saplandığı kör bir kuyunun yankısı.

Bu gün düşünmeden edemedim: Öğrendiğim onca sözcük nerede, onca üslup, okuduğum kitaplar hangi karanlıkta, karanlığın yorumu beynimin hangi lobunda? Fırtınanın ortasında bir yelkenli gibi hafızam...

Bir türlü toparlayamıyorum...
Üç-beş emanet sözcüğü de fırtınanın kollarına bırakmaktan başka bir çareye sığınamıyorum.

Birer birer kaybediyorum biriktirdiklerimi ve karanlığa dalıyorum küçücük bir ışık bulabilmek için.

Kenarda kalmış birkaç kırıntıyla sarıldım klavyeye...Ağır ağır yazmaya çalışıyorum. Çünkü arz talep arasında büyük bir dengesizlik var.Yazmak istediklerimi ifade edecek donanımdan yoksunum, hatta karanlık bir kuyudan çekiyorum elimde olanları da...

Her köşe başında yitirdiklerimden kalanları topluyoru. Hafızamın arka sokaklarında hurdacılık yaparak cümleleri toparlamaya çalışıyorum.

Topladıklarıma sarılıyorum...

İster bilinçaltı çöplüğünün kokan bir leşi olsun, isterse de bana ait bir hatıra yeter ki benim olsun, yeter ki bende olsun,boş kalmasın satırlar,kurumasın mürekkep ve sözcükler,günbegün öğrenilen sözcükler tembelliğin elinde çürümesin
üç-beş satırı süslesin,üç-beş kulağa seslensin,

ışık olsun karanlıktan kurtarsın fikirleri,

cenin gibi daha doğmadan ölmesin,

babasız bir çocuk gibi sahipsiz kalmasın, 

sözcükler cümlelerde,

cümleler fikirlerde  bulsun kendini ve hepsi satırlarda dolsun, 

akıllarda bulsun yerini...

Bu gün günlerden bir gün...

Ve...

Boş da olsa, dolu da olsa yazılmış bir yazıyla,

hafızanın çetrefil sokaklarından kurtarılmış sözcüklerle,

okumayan bir beynin isyanıyla,

en azından okunmak için yazılmış bir yazıyla bitmiş herhangi bir gün işte..

E.T