1 Eylül 2011 Perşembe

DİRSEK TEMAS - 1 (Askere Gidiş)

Sabahın ilk ışıklarına açık havada yakalandığım çok az olmuştu bugüne kadar... Daha önceki deneyimlerim genelde yolculuk esnasındaydı. Keyfini çıkara çıkara sabah serinliğinde güneşin doğuşunu izleme fırsatını yakalayamadım hiç... Ve kumlarını aşırdığım çölün tek bedevisi olarak büyük ihtimalle de böyle bir fırsat geçmeyecek elime... Çünkü askere bile giderken, sahurdan sonra evden çıkıp güneş yüzünü göstermeden kendimi uçakta bulunca kanıtlanmış oldu. Ondan böyle kesin konuşuyorum... (kutup ayılarını kınıyorum bu arada)

Kanıtlanan şeyler sadece bundan ibaret değildi.

Arkadaşlarla beraber dondurma yemeye gittiğimizde ben hep "Sade" dondurma yerdim... (Vanilyalı) Dondurma külahlarını veya tabaklarını çingene pazarı gibi rengarenk yapan çeşitlerle süsleyen arkadaşlarım bana her zaman "Lan ne düz adamsın?" derdi. (Aslında "Lan ne odun adamsın!" derlerdi de ben kendime onu yakştırmadığım için söylemiyorum. Mütevaziliğim üstümde, evet) Demek ki benim bu virajsız ve slaloma elverişsiz bünyem böyle yaratılmış. Yoksa millet askere gitmeden bir gün önce "En büyük asker bizim asker!" nidalarıyla mahalleyi sakinlerin başına yıkarken; benim sırtıma çantamı alıp "Bi gece de arkadaşlarda kalayım" edasıyla İETT'ye binip sessiz sakin havaalanına gitmem başka bir şeyle açıklanamaz.

Yukarıda bahsettiğim düz adamlık mevzuu havalanına girişimden itibaren tekrar nüksetti meal esef.
Hayatımda ilk kez uçağa binmeme rağmen yüzüme öyle bir ifade takınmışım ki, görenler her an bana "Yazık, çocuk uçmaktan bıkmış artık" diyeceklermiş gibi bakıyorlar. Hiç alışık olmadığım havaalanı, uçma prosedür ve protokollerini uzaktan gözlemleyip profosyonel bir şekilde yerine getiriyorum. THY reklamındaki Kevin Costner gibiyim...

Ama her çıkışn bir inişi vardır mutlaka.

Bendeki bu "öküzlüğü gizleme çabası" uçuş koltuğundaki kemeri bir türlü bağlayamamakla son buldu. Yanımdaki benden öküz adam da bir yardım etmedi vicdansız. En son sanki bağlamışım gibi kemeri belimin üzerine koyuverdim. Neyse ki hostes ablanın nazik ilk yardımıyla kemer krizini de çözdük bir şekilde.

(Ben niye leylekler gibi uçak muhabbeti yapıyorum ki? -bu arada leyleklerin ne kadar çok BOEİNG 737 dedikodusu yaptıklarını biliyor muydunuz?)

Uçaktan indiğimde sanki İstanbul'dan Adana'ya değil de Tekirdağ'a, ya da İzmit'e gelmiş gibi hissettim kendimi... Kısacık çünkü...

En son 10 yıl önce güneye inmiştim. 10 yıl, o yerin havasının ne kadar sıcak olduğunu hatırlamayacak kadar uzun bir süre. O yüzden uçağın kapısından çıkışımla düdüklü tencere buharı gibi sıcak bir havanın yüzüme vuruşuna çok fazla şaşırdım. Hatta o derece şaşırdım ki, uçak ile iç hatlar binası arasındaki yolu yürürken bu sıcaklığın yeni inmiş olan uçağın motorlarından geldiğine inanmaya başladım. Ama havaalanının çıkış kapısına geldiğimde anladım ki bu uçağın değil Adana'nın sıcaklığı...

"Olm böyle sıcak mı olur lan" şeklinde söylene söylene kendimi bir anda İskenderun da buldum. Adana da yaşadığım iklim şaşkınlığını İskenderun'da yaşamadım ama. Çünkü kotam Adana'da ağzına kadar dolmuştu. Daha fazla şaşamazdım...

Otogardayım... Gerçi otogar demeyelim, avlu diyelim... Sadece bir-iki dükkan ve beni bırakarak Hatay'a devam edecek olan otobüs ve bir taksi durağı...Sanki İskenderun'a yüzbinler akın ediyormuş da o yoğunluğu karşılamak için 1000 tane taksi koymuşlar durağa...  Taksi durağına gittim ve beni bir taksiye bindirdi taksiciler... Daha doğrusu ben onun taksi olduğunu sonra öğrendim...

Yanlış anlaşılmasın, bindiğim yaratığa, literatürde başka bir terim olmadığı için taksi diyorum. Yani bildiğimiz taksi ile bindiğim oluşum arasında birbirini karşılayacak nitelikler yok... Taksi ve bindiğim şeyi yanyana koysam ve "7 benzerliği bulun" desem bulmaca sınıfta kalır. Valla...

Hatta size kısa bir tasvir yapabilirim. İskenderun'da böyle bir varlığa denk gelirseniz kesinlikle binin...Kçükken Lunaparklarda girdiğimiz korku tünelini hatırlar bana dua edersiniz...

1-) Taksi, Murat 131 marka ama direksiyonu eski Opel Astra direksiyonlarından ve tam ortasında BMW amblemi var. Kanarya'nın boynuna astığı "Abi valla ben atmacayım" yazısı gibi... Şaka gibi...

2-) Tofaşları bilirsiniz... Ön torpido kapaklıdır ve kapağı yukarı bakar... İşte bu kapak yerinde yok ve içinde pense, tel, sarı bez, tuvalet kağıdı ve büyük ihtimal 1964 yılında üretilmiş ufak bir su şişesi var... Mide kanseri olmak için birebir bir manzara...

3-) Arabanın içi, Dakar rallisinden yeni çıkmış gibi toz dolu...Yani araç içi döşemenin rengini tahmin etmenize imkan yok... En fazla "küf yeşili" tanımlasını yapabilirsiniz ki o da çok marjinal bir yaklaşım olur, bence denemeyin... Filli Boya kataloğuna falan bakarken anca denk gelirsiniz öyle bir renge...

4-) Ama... Türk insanındaki otantik ve oryantalist felsefe her yerde... El freni ve vitesteki ahşap döşeme ile dekoratif anlamda bir sentez yakaladığı kesin taksi şöförünün... Teypte çalan Hüseyin Altın'ın "Dün Gece Meyhanede" şarkısı da bunu destekler mahiyetteydi zaten...

5-) Şöför için üzerinde seyrettiği yolun ve trafiğin hiçbir önemi yok... İstanbul trafiği gibi trağie sahip bir caddede ayağını gazdan çektiği nek tokna kırmızı ışık... O da toplumsal kaygı ve mahalle baskısından... "Kırmızı ışıkta dur" kuralını abimiz yıllar önce unutmuş... Tümsek ve çukur gibi asfaltsal hataları protesto edercesine daha hızlı giriyor çukurlara... Virajlar ise gereksiz yerler... Dönerken daha çok gaza basmak lazım ki araba yola tutunsun değil mi ama? :)

6-) Küçükken köye giderdik ve kuzenlerle birbirimizi el arabalarıya taşır eğlenirdik... Ama yeminle söylüyorum el arabası İskenderun'da bindiğim o cisimden çok daha konforluydu...

(Devam edecek mi? Eder herhalde)

A.S

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder