22 Aralık 2012 Cumartesi

MUHTELİFAT...

İnsan ne ki?

Neyiz biz?

Niye varız?

Olmasak olmaz mıydı?

Diyemez ki insan...

Her şey belli... Bakmasını bilirsen yazdığı yer belli...

Hepimiz, her saniye çok kuvvetli imtihanlardan geçiyoruz. Aldığımız nefesi verirken bile imtihana tabi tutuluyoruz. Farkında değiliz. Hepimiz Hz.Allah'ın yazdığı senaryonun bir parçasıyız aslında. Bu, bir senaristin karakterlerine "kendilerini oynama" özelliği yükleyip sinema dünyasına salması gibi bir şey... Allah, herkese birer irade-i cüziyye verip, tercih hakkını tanıyıp dünyaya yollamış. İşte bu imtihanın özüdür.

"Bakalım, benim istediğim gibi yaşayacak mı?"

İtiraz hakkı tanımamış Hz.Allah... Kula, "Ey Allah'ım, beni niye böyle, bu şekilde yarattın, niye benim başıma böyle şeyler geldi?" deme fırsatı vermemiş... Çünkü, tercih hakkını bize bahşetmiş... "Bak kulum! Şunu yaparsan şu olur, bunu yaparsan bu olur... İstediğini seç... Bana isyan etme... Ne ekersen onu biçersin"...

Nankörüz biz...

Hem kendimiz seçiyoruz, hem de suçu (haşa) Allah'a atıyoruz... Kaderimize isyan ediyoruz belki...

Eskiden Hugo ve Tolga Abi vardı... Oyuna başlarken o kendine has tarzıyla "Ve hugo, parmaklarınızın ucunda..." derdi Tolga Abi... Aynı öyle... Her şey parmaklarımızın ucunda... Ama parmak hareketi gibi basit devinimler bile beynin ne kadar muazzam yaratıldığının göstergesidir. Küçümsediğimiz basit hareketler beynin çalışmasındaki uluvviyeti bize anlatmak için vardır. Ama parmağını oynatmaya cesaretin yoksa bitmişsin demektir.

****

Su çekildi, göründü sanki zamanın dibi
Korkuyorum bu akşam kıyamet varmış gibi

demiş Necip Fazıl... Ve eklemiş...

Bir cümbüştür kopsa da gece, yakamozlarda
Münzevi balıklarız ayrı kavanozlarda

Bazı duygular vardır... Kıyameti beklemek gibi... O kadar beklediler gerçekçi olmayan kıyameti... Kopmayacağını herkes biliyordu. Kimseyi etkilemedi, herkes ağzının kenarıyla güldü geçti.

Ya gerçekten kopacak olsaydı...

Sabahleyin kıyametin kopacağını gerçekten biliyor olsaydık?

Ya da klasik Amerikan filmlerindeki gibi yaşadığımız şehire 2 saat sonra şehrin 4 katı büyüklüğünde bir göktaşı düşecek olsaydı? Ve kaçacak bir yerimizin olmadığından emin olsaydık? O göktaşını nasıl beklerdik?
Ne hissederdik?

Ya da Yahudi Zulmünde, kampta öleceği günü bekleyen insanlar acaba ne gibi şeyler hissetmişti?

Ya da idam mahkumları, sehpaya ilk adımını atarken neler hissettiler? İlmek boğazından geçip sehpanın tekmelenmesini nasıl beklediler? Nasıl takat getirdiler o ana?

O anı beklemek nasıl bir şey? Bile bile yaşamak...

Bugüne kadar hep düşündüm bunları ve şaşırdım o insanlara... İdama dimdik giden adamlara hayran oldum... Yakup Cemil'in kurşuna dizilirken kendi ölüm emrini kendisinin nasıl verdiğine takat getiremiyorum. Ya da sehpasını kendisi tekmeleyenlere...

Ama...

Bunların hepsini çok kısa sürede yaşadım... Kendi ölüm emrimi verdim, sehpamı tekmeledim, ya da 2 saat sonra düşecek göktaşını bekledim, göktaşının gölgesini gördüm... Yaklaştı, yaklaştı... Etraf karardı iyice... En sonunda büyük bir aydınlık... Sağır eden bir gürültü... Sonra...

Sonrası kapkara....

Geçmişte yaşanmış olayların, fitnelerin bedelini ödüyor insanoğlu... Bu fitneler bile imtihandır... Bakalım araları bozulacak mı diye imtihanıydı Hz. Allah'ın... Ama kaybettiler... Fitne kazandı... Sonra... Fitnenin taraflarına mensup insanlar acı çektiler senelerce...

Hala çekiyorlar...

Hiçbirimizin, isyana hakkı yok...

Her şeyi biz tercih ettik...

Elimizle yaptığımızı, ayağımızla geri tekmeledik...

Masumuz...

Suçluyuz...

Her şeyiz...

Doluyuz...

Bomboşuz...

Hiçiz...

...



17 Aralık 2012 Pazartesi

CAN DÜNDAR'dan...

Hiç iki kişilik beyninle yarım insan olabildin mi?
Baktığında aynana sadece yüzünün bir yarısını gördüğün
oldu mu hiç?
Sana hayatındaki en büyük yoksunluğu yaşatandan
nefret edemediğin zamanlar oldu mu hiç?
Gözünün içine baka baka kolunu, bacağını kesen bir insanın yüzüne
sevgi dolu bir gülümseme ile bakabildiğin zamanlar
oldu mu hiç?
Hayatta inandığın bütün değerlerini altüst eden birisine
aşk şiirleri yazabildin mi?
Onu içinde korumanın seni yok etmek olduğu zamanlara
feda oldun mu hiç?
İçinde ağlayan çocuğa umut şarkıları söyleyemediğin,
özlemini,
susuzluğunu,
açlığını gideremediğin zamanlar oldu mu hiç?
Kanayan yarasını gördüğün,
ama merhem olamadığın zamanlar.
Gücünün,
hani o tanrısal gücünün,
bir çocuğun ağlamasını susturamayacak kadar olduğunu
gördüğün zamanlar
oldu mu hiç?
Hiiiiiiiç…
Hiiç…
hiç…
bir hiç…

NO COMMENT


10 Aralık 2012 Pazartesi

BİLİNENE YARI KAPALI MEKTUP

Sevgili(m) X

Mektubunu aldım. Zarfın içinden çıkan kurumuş siyah gül yaprağının ne ifade ettiğin ise çözemedim. Senin değişik ifade ediş tarzlarından biri olsa gerek. Neyse...

Sevgili(m) X

Evet... Kabul ediyorum... Ben bir muammayım. Soruyorsun ya; "Nasıl bir şeyiz lan biz?" diye... Ben henüz kendimin ne olduğunu çözememişken bir de işin içine seni katıp nasıl "biz" kavramını düşünebilirim ki? Benim önce kendi içimdeki hassasiyetleri, uzun vadeli kriz odaklarını aşıp sana gelmem gerekmeli bence. Yoksa sen yalnız kalırsın Sevgili(m) X... "Zaten yalnızım" deme sakın... Çünkü... Neyse... Söylemek istemiyorum...

Ama sadece şunu bilmeni istiyorum...

Her insan senin gibi duygularını net ifade edemeyebilir. Sosyal hayatta dobralığıyla ün yapmış birinin kendi içinde dışa vurmadığı savaşları olabilir. Herkesin dışı içini yansıtacak diye bir şey yok. Ben sadece kendime çok hakim olabildiğimi düşünüyorum. Aslında amacıma ulaştım. Lakin senin gözünden kaçmadığını da biliyorum. Beni bir "muamma" ya da "sis bulutu" olarak tanımlaman bile benim amacıma ulaştığımı senin de bunu fark ettiğini gösterir. 

Sana yemin ederim, elimden gelen en fazla bu...

Senin her acı çektiğin gün ben daha büyük acılar çekiyorum. Karşıma çıkan ikilemler ve iki yoldan birini tercih etme durumları artık yaşımın karesini bile katlamış durumda. Bu yaşta bu kadar çelişki yaşamak bünyeme ağır geliyor artık... Taşıyamıyorum... Güçlü bir insan gibi gözüküyorum ama aslında korkağın tekiyim. Bu güçlü gözükmem belki de seni hep umutlandırdı. "Gözü kara, her şeyin üstesinden geliyorsa bunun da üstesinden gelir" diye düşünüyorsun ama yanılıyorsun. Gözüm senin hissettiğin kadar kara olsaydı şu an bu mektuplaşmalarımız olmayacaktı. Daha mutlu ve güzel meseleleri tartışıyor olacaktık. Vitrini nereye koyalım, kütüphaneyi nereye yaptıralım gibi... 

Daha fazla devam edemeyeceğim...

Sevgili(m) X...

Üzgünüm... Tek diyebileceğim bu... Sadece üzgünüm... 

Beni affet...

:(

Y...


NOT: Yazmak istiyorsan tekrardan yaz... İçinden ne gelirse... Fütursuzca... Kabul...

3 Aralık 2012 Pazartesi

BİLİNMEYENE YARI AÇIK MEKTUP

Gönderen: X
Gönd. Adres: Bilinmezler Mah. Muamma Cad. Kültürel Tabu Sok. Kayıp Ses Apt. No:25 

Alıcı: Y
Alıcı Adres:Bilinmezler Mah. Muamma Cad. Kültürel Tabu Sok. Kayıp Ses Apt. No:25 


Sevgili(m) Y 

Bu mektubu sana çok yakınlardan yazıyorum. Bir nefes kadar yakından... Hatta verdiğin nefesin içine diğer nefeslerin karışmasına fırsat vermeyecek bir yakınlıktan bile bahsediyor olabilirim. "Bu kadar yakınken mektuba ne hacet?" diyebilirsin. Ama bazen iki sevgilinin elleri arasındaki mesafe fiziken 10 cm olmasına rağmen sevgililer için dünyanın en uzun mesafesidir ve bazen yakın olmak, aslında uzak olmak demektir. İnsan hayatında yakınlaştıkça uzaklaşılan dönemler olabilir. Önemli olan uzaklaştığını fark edebilmektir.

Ahmet Mithat Efendi, JÖN TÜRK isimli romanına kitabın kadın karakteri Ceylan'ın şu sözüyle başlar:

"Tam bir muammasınız Nurullah Bey..." 

Evet... Sen de aynı Nurullah Bey gibi "Tam bir muamma" olabilirsin. Ama itiraf etmeliyim ki Ceylan da en az Nurullah kadar "muamma"dır. Yani biz, işin özünde bir muammadan oluşuyoruz... 

Biz neyiz sevgili(m) Y... 

Neyiz biz?

Biz nasıl bir muammanın ürünüyüz?

Özümüz ne?

Kaç bilinmeyenli bir denklemin kaçıncı bilinmeyeniyiz?

Hangi iksirin hangi bileşenleriyiz?

Üstünde nereye gittiği yazmayan şehirler arası bir otobüs müyüz acaba?

Ya da kapısı sonsuza kadar kilitlenmiş bir odanın tozlu zemininden mi ibaretiz?

Sahra çölündeki hangi kum tanesinin altındayız? Bizi kim bulacak?

Bu nasıl bir yaşam tarzıdır?

En karmaşık bir cinayet soruşturmasıyla, baklava çalmadan sebep bir hırsızlık vakasının arasında mıyız?

Bizi hangi polis aydınlatacak? Hangi devletin neresine sığınacağız? 

Hangi imanın, nerden türediği belli olmayan batıl inançlarıyız biz?

Hangi kibritçi bizim kökümüze kibrit suyu dökmüş de bu hale gelmişiz?

Sana da saçma gelmiyor mu?

Hangi süper-komik fıkradan fırlamış karakterleriz ki biz hiç bir sonu belli olan hikayeye kahraman olamıyoruz?

Franz Kafka'nın "Milena'ya Mektuplar" kitabına niye özeniyor olabilirim ki? 

Nasıl bir şeyiz lan biz?

Ben sana her şeye rağmen deli gibi aşıkken, üstelik bunu adının Y olması kadar kesin biliyorken, senin hala "canım arkadaşım" modunda nasıl olduğuna şaşmıyor musun? Buna nasıl takat getirebiliyorsun? Söylediğin bir sözün ya da attığın bir bakışın karşındaki mantıksız bünyede olumlu ya da olumsuz nelere yol açabileceğini nasıl bilemezsin? Gözlerimin içine içine nasıl bakabiliyorsun? Tanımsız güzellikteki gözlerin benim gözümde yaşanan sancıları nasıl tanımlayamaz? Tanımladığını farz etsek bile bunu nasıl hiç belli etmez? O taşıdıklarının göz olduğuna emin misin? Sana yemin ediyorum dünyada yaşanan en saçma olayın içindeyiz... Zeka parıltısı taşımayan Türk dizileri gibiyiz aynı. Yok böyle bir dünya sevgili(m) Y... Olamaz da... 

Her şeye varım... Her şeye saygılıyım... İnsan hür bir varlıktır. Hayatta istemeyeceği ya da mantığının izin vermediği şeyler de olabilir. Haklısın... Ama bu çok farklı bir şey...

Bence sen hala net değilsin sevgili(m) Y... Gözün gözü görmediği bir sis bulutu halindesin... Muammasın sen...  Ben de öyleyim... "Gitmek mi zor, kalmak mı zor?" şarkısını dinleyerek sabaha kadar içen meyhane adamları gibiyiz. 

Affet... Belki mantıksız oluşumdan kaynaklıdır. Ama bir şekilde bu yaşananlar sığmıyor beynime... Beyinsizim belki... Fakat ben hala taşları oturtamadım... 

O yüzden beni suçlama... Bu muammayı çözmeye çalışırken seni kıracak sorular soruyorsam özür dilerim.

Vereceğin cevaba göre tekrar konuşalım bu mevzuyu sevgili(m) Y...

Şimdilik bu kadar, bana yazmayı ihmal etme... 

Hoşçakal....

(Parantez içindeki m harfi için de tekrar özür dilerim) 

X...








17 Kasım 2012 Cumartesi

Kölelik...

"Bir ülkenin gençleri okul kazanmayı düşünüyor ve o ülkenin liseleri, üniversiteleri "biz bu gençleri nasıl kazanabiliriz?" diye düşünmüyorsa o ülkede insanlar köleleşir..."

Az önce Sunay Akın, AYKIRI SORULAR'da söyledi...

Takdir ediyor ve severek izliyoruz kendisini...

10 Ekim 2012 Çarşamba

İNSAN ZALİM VE CAHİLDİR - 4

Ön bilgi: Bilindiği gibi insanın Allah'a en yakın olduğu an secde anıdır ve secde pozisyonu herkesçe malumdur. Baş yerde, arka bölüm ise yüksektedir.

*****

Peygamber efendimiz, Hz.Ali'nin babası olan ve ehl-i beytinden iman etmeyen bir kaç kişiden biri sayılan amcası Ebu Talip'in yanına gider ve onu tekrardan İslam'a davet eder. Ebu Talip bu ısrar karşısında artık içindekileri döker fütursuzca:

- Ya Muhammed! Ben senin hak peygamber, son peygamber olduğunu biliyorum. İslam'ın son ve gerçek din olduğunu, Kur'an-ı Kerim'in en son ve en doğru kutsal kitap olduğunu da biliyorum. Ama siz secdeye gidiyorsunuz ya... İşte ben "Ebu Talip'in arkası başından yüksekte kaldı" dedirtmem kendime...

diye cevap verince Peygamber efendimiz hiçbir cevap vermeden dönüp gider.

Burada iki husus vardır:

1-) Ebu Talip'in cevabı aslında NEFİS olayının altında bencillik ve kibirin olduğunu anlatmaktadır. Şüphesiz ki bu cevabı ona nefsi verdirmiştir. Yani nefisin varacağı son istikametin bu olduğundan bahsedilmektedir.

2-) Peygamber efendimiz bu cevap karşısında sükut etmiş ve dönüp gitmiştir. Burada da "nefsi bu dereceye varmış bir insana artık hiçbir nasihatin işlemeyeceği" gerçeği ortaya konulmaktadır.

İNSAN ZALİM VE CAHİLDİR - 3

"Kalpler sadece Allah'ı zikretmekle huzur bulur" (Ra'd Suresi:28.Ayet)

Eğer bir insanın -dinle diyanetle hiç alakası olmayan bir insanın- keyfi yerindeyse ve gayet mutlu mesut hayatına devam ediyorsa, nefis onu çoktan kucağına oturtmuş ve burnuna halka takılmış ayı gibi oynatmaya başlamıştır. Ama bunu farkedemez. Eğer fark etse zaten nefsi derece atlar. İşin sırrı hiçbir şeyin farkında olmamaktadır aslında.

7 Ekim 2012 Pazar

BAYLAR BAYANLAR !!!



Merhaba hanımefendi!
Sizi rahatsız etmeye geldim. Hey durun lütfen… Kuşanmayın silahlarınızı. Biliyorum “orijinal” bir başlangıç olmadı. Ve yine biliyorum zaman, mekan ve bize öğretilenler gereği ortaya konan her çaba orijinal bir sonuçla nihayetlenmeli. Aksi, çabayı lüzumsuz kılar!
Mı?
Hayır efendim, reddediyorum. Orjinalliğe ulaşıp anlamı yitirmeyi reddediyorum.  Ve evet bayım, haklısınız! Okuduklarımı kusuyorum. Bunu kabul etmekten gocunmuyorum. Zira haddimi bilme gayreti içerisindeyim. Bunu siz yapmak niyetindeyseniz öncesinde bildirmek istedim. Şimdi indirin lütfen silahlarınızı.
Ve yine size dönüyoruz hanımefendi… Nasılsınız? Gözleriniz nasıl? Sözleriniz ve elleriniz nasıllar?  Güzel gözleriniz, güçlü sözleriniz ve bakımlı ellerinizle pek güzelsiniz. Ruhunuz hanımefendi? Asıl bunu sormalı, asıl bunu cevaplamalı. Ruhunuz nasıllar? Biraz zor duruyor ayakta sanki? Dizleri titriyor, beli bükülmüş. Ne çok yüklemişsiniz ruhunuza, taşıyamıyor baksanıza. Kim söyledi bunca yükü alın diye omuzlarınıza?
Bırakın birazını lütfen, size yardım etsinler.
İstemiyor musunuz?..
Yardıma müsaade etmeyişiniz de neden? Ruhunuzun her yanı nasır tutmuş, saçınız ve makyajınız gizleyemiyor kırılmışlığınızı, incinmişliğinizi…Ama siz her şeye rağmen çok güzelsiniz değil mi? 
Bunlar siz değil misiniz?               
Ah afedersiniz! Siz kırılmaz ve incinmezsiniz. Güçlüsünüz değil mi? Siz aciz ve muhtaç değilsiniz. Hatta bu kelimelerden öylesine tiksinirsiniz ki… Siz her şeyi yek başınıza halledebilirsiniz. Siz hata yapabileceğinizi hiç düşünmediniz ki zaten. Ortada bir şey varsa yüzü hep siz verdiniz, perdeyi sadece siz açtınız ve siz kapattınız... Kararları kimseye bırakmadınız, sırf kendinizden önce karar verilmesin diye bütün yaşanmışlıkları ahlaksızca, yaralayarak, kanatarak, kendi gurur ve kibrinize köle olmuş bir vaziyette, ilk kararları siz verdiniz hep. Kimsenin sizi ezmediği ortamlarda bile sırf kendinizi ezdirmemeye programlandığınız için herkesi potansiyel tehdit olarak algıladınız. İçten yaptığınız pazarlıkların sizi daha güçlü kıldığını, tahammülsüzlüğün aslında bir güç göstergesi olduğunu düşündünüz. Ah pardon! Siz aslında çok duygusalsınız değil mi? Ağlamaklarınızın nedeninin hırs, kin ve öfke olduğunu farketmeden ağladınız ve buna duygusallık dediniz. Haklısınız, hırs da bir duygudur. 
Siz hanımefendi. Sistemli bir eğitim sürecinden geçtiniz. Düşünüyormuşsunuz gibi hissettirip sizin yerinize düşündüler. Doğruyu tek başınıza bulduğunuza sizi inandırdılar. Utanma duygunuzu reklamlarla susturup bedeninizi modernizmin öğütücü kollarına emanet ederken kavradığınızı sandınız hanımefendi. Oysa kavranan sizdiniz, farkında bile değildiniz. Güzelliği bile onların kalıplarıyla öğrendiniz. Nasıl olmanız gerektiği öğretildi size. Siz kadındınız…
Sizinle ne alıp veremedikleri vardı hiç anlamadım… Sırf cinsiyetinizden ötürü diri diri gömülen sizdiniz vaktiyle, Yaradanın affettiği günahı affedemeyen şuursuzların bir günah gibi baktıkları ve –belki hala- kızdıkları da sizdiniz. Çok değil birkaç yüzyıl önce insan olup olmadığı tartışılan yine sizdiniz ve cadı ilan edilip ateşlere atılan da...
Hanımefendi! Siz ne çok çektiniz… Şimdilerde size özgürlük diye sundukları şey  daha da belinizi büküyor görmez misiniz? Sizi siz yapanı sizden alıyorlar farkında değil misiniz? Ruhunuzu, güzelliğinizi alıp sizden, yerine verdikleri hırsı ve öfkeyi daha mı çok sevdiniz? Kadına özgü naifliğiniz  olmadığında geriye kalan dişiliğinizle ne yapabilirsiniz? Kadınlık sadece makyaj yapıp etek giymek midir? Daha kadın bile olamamışken, kadınlığın ne olduğunu anlamamışken (hatta bu cümleyi okuduğunuzda "senden mi öğreneceğim kadınlığı" diyorsunuz)  "erkek dediğin şöyle olmalı, böyle olmalı" diyerek erkeklerin de sizin hakkınızda "senden mi öğreneceğim erkekliği" cevabını alarak hayata kota koyan, saçma sapan kriterle bir ömür beyaz atlı prensi bekleyen, sorulduğunda da klasik Türk kaçışı olarak kullanılan "hayırlısı" kelimesini söyleyen siz değil misiniz? Üstelik "hayır" kelimesinin Allah'a yaklaştıran şey olduğunu bilmeden...  Galipsiniz kendinizce, emirler savururken, mağlupsunuz insanlar içinde yapayalnızken...
Bir durup düşünün hanımefendi, neler için nelerden vazgeçtiğinizi. Fakirliğinizin övüncünüz, acziyetinizin asıl gücünüz olduğunu hatırlayın. Hazırlıklı olun; zor olacak öğretilenleri unutmak.

NOT: nafilefilintalar.blogspot.com yazarı Larus'un yazısından alıntılanmış ve üzerinde küçük değişiklikler yapılmıştır. 

6 Ekim 2012 Cumartesi

İNSAN, ZALİM VE CAHİLDİR - 2

Bir ara internette dolaşan meşhur bir video vardı. 1900'lü yılların başında küçük bir sınıfta, küçük bir çocuk öğretmenine ayar veriyordu. "Tanrı kötülüğü yaratmadı" diye... En sonunda da çocuğun kimliği açıklanıyordu: ALBERT EİNSTEİN

Orda çocuğun verdiği önermeler doğru ama ulaştığı sonuç yanlıştır aslında. Allah kötülüğü yaratmadı demek olmaz. Allah kötülüğü bilerek ve isteyerek yaratmıştır. Çünkü her şey zıttıyla kaimdir. Siyahın kötülüğünü anlatan beyaz olduğu gibi iyiliğin iyi olduğunu anlatan da kötüdür. Allah kötülüğü yaratmış, insana yerleştirmiş. Daha sonra iyiliği yaratmış ve insana bir tercih hakkı tanımış: Kötülüğünle savaştığın kadar değerlisin.Seçim senin, ister savaşır mutlu olursun; ister savaşmaz yok olursun.

Hatta oruç bahsinde hep anlatılagelen bir hadise Allah'ın yarattığı kötülükle diyaloglarından ibarettir. Hz.Allah nefsi yaratır ve sorar:

- Ey nefis! Sen kimsin, ben kimim?

- Sen sensin... Ben de benim... diye cevap verir nefis... Yani kendisini yaratana bile artislik taslamakta ve bencillik yapmaktadır.

Bunun üzerine Hz. Allah nefsi cehenneme atar ve yüz yıl azap çektirir... Tekrar çıkarır ve sorar:

- Ey nefis! Sen kimsin, ben kimim?

- Sen sensin... Ben de benim...

Hz. Allah nefsi tekrar azaba düçar eder. Yıllarca azap çeken nefsi tekrar çağırır huzura:

- Ey nefis! Sen kimsin, ben kimim?

- Sen sensin... Ben de benim..

Hz. Allah bu sefer nefsi aç bırakır. Yıllarca aç kalır nefis... En sonunda huzura kendi gelir bu sefer. Hz. Allah tekrar sorar:

- Ey nefis! Şimdi söyle bakalım, sen kimsin, ben kimim?

- Ey Allah'ım! Sen benim rabbimsin, beni yaratan, yoktan varedensin diye cevap verir.

O yüzden açlık, nefsi en iyi terbiye etme yoludur.

Yani aslında kötülüğün ve nefsin kaynağında bencillik yatmaktadır. Sen sensin, ben de benim ifadesi başka bir şeyle açıklanamaz. Ezelde Hz. Allah tarafından test edilen nefis, şeytanı da yanına alarak devam etmektedir yoluna.

Hz. Allah, Adem Aleyhisselamı yarattıktan sonra bütün melekleri toplar ve "Adem'e secde edin" diye emir verir. Meleklerin hepsi secde ederler. Ama şeytan etmez. Gerekçesi de bencillikten başka bir şey değildir:

- Ben Adem'e secde etmem. Beni ateşten, onu topraktan yarattın. Ateş topraktan daha üstündür. O yüzden ben ona secde etmem..

diyerek nefisten sonra bencillikle isyan eden ikinci kötülük kaynağı olmuştur.

Ama...

İnsana yerleştirilen nefis terbiye edilmeye çalışılmadıkça varacağı son nokta ve gittiği istikamet "Sen sensin, ben de benim" anlayışıdır. Zaten "Nefis" kelimesi arapçada "kendisi" manasına gelmektedir. "BEN" onun en sevdiği kelimedir.

Oysa...

Bütün kudretlerin sahibi olan Hz.Allah bile Kur'an-ı Kerim'in %95'inde kendisinden bahsederken hep "BİZ" ifadesini kullanmıştır. Çok az yerde "BEN" geçer.

Örnek: "Muhakkak ki biz seni alemlere rahmet olarak gönderdik"

Halbuki Hz.Allah tek başına göndermiştir onu. Ama sırf nefisle aynı söylemi paylaşmamak ve insanlara BEN demenin ne kadar kötü olduğunu anlatma adına BİZ ifadesini kullanmıştır.

Peygamber efendimiz kendisini "Abdulmuttalip'in torunu" olarak tanımlamıştır ilk önce. Sonra da buyurmuştur:
"Senin en büyük düşmanın iki kaşının arasındaki nefsindir"

Nefse bir yer biçmek gerekirse bu iki kaşın arasıdır peygamber tarifiyle. Dolayısıyla insan, günde 5 vakit namaz kılan bir insan toplamda 200 kere secdeye gitmektedir. Secdeden maksat hem Allah'a itaat... Hem de iki kaşın arasındaki nefsi yerden yere vurmaktır. İslam'ın özünde "boyun büküklüğü" yatar.

Peygamber efendimiz, kendisine yapmadığını bırakmayan Ebu Cehil'e bile kuyuya düştüğünde elini uzatmış ve onu tekrar tekrar davet etmiştir.

Taif halkı kendisini taşladığında Cebrail A.S gelip "Ya Muhammed! Beni Allah gönderdi. İste bu şehri bir anda talan edeyim" dediğinde diz çöküp ellerini açıp "Ey Allah'ım sen, bu beni taşlayan Taif halkını affet. Çünkü onlar bilmediklerinden yapıyorlar" diye dua etmiştir. "Ben Allah'ın peygamberiyim, beni nasıl taşlarsınız, siz kimsiniz, Ey Cebrail! Talan et bu şehri" dememiştir. Zira bu ikinci cümle öfke dolu bir cümledir. Öfke, hırs, kin, gıybet, merhametsizlik, vicdansızlık, insanları ezme, zulmetme, bağırıp-çağırma, ahkam kesme, kendini beğenmişlik, bencillik vb... Bunlar hep nefsine köle olmuş insanların farkında olmadan yaptıkları şeylerdir. Onlara yaptıkları şeyin farkında olmamalarını telkin eden yine nefistir.

Nefis, sadece yoldan çıkmış insanlarla uğraşmaz. Onlar zaten nefsin kucağına oturmuşlardır. Nefsin asıl düşmanı kendisiyle savaşanlardır. Çünkü intikam almak istemektedir. Hiç namaz kılmayan bir insana "sen aslında inançlısın müslümansın, o şimdilik yeter, namazı sonra kılsan da olur" ya da namazı bırakmış birisine "senin çevren kötü, işin gereği onlara uymak zorundasın, kılamıyorsun ama napalım" dedirtebilir. Hatta "ikindi namazının sünnetini terk etmek de sünnettir" dedirterek sana 10 sene ikindinin sünnetini kıldırtmayabilir.

Kanuni bile, "Saltanat dedikleri bir kuru kavga imiş, bir evliyaya tabi olmak her şeyden ala imiş" diye şiir yazmıştır. Cihan hakimiyetini bırakıp bir mürşidin dizinin dibinde boynunu bükmüş nefsini terbiye etmiştir.

Türk Tasavvuf anlayışında Allah'a yaklaşmanın ilk basamağı nefsini egale etmektir. İşte o nefisle mücadelenin ilk basamağı Yunus Emre'ye odun taşıtmış, Aziz Mahmut Hüdayi'ye, savcı olmasına rağmen, sokak ortasında ciğer sattırmış, sakalıyla tuvalet temizletmiştir.

"Önce sana "BEN" dedirten nefsini yok et, öyle gel. Zira nefis sağlam ibadetin önünde engeldir.Sen, BEN demeyi bırakmadıkça gerçek manada SEN olamayacaksın" 

Meleklerde nefis yoktur. Melekler sadece Allah'ın dediğini yapan varlıklardır. Onlarda irade de yoktur. Ama insanda mücadele edilecek bir nefis olduğu ve insan bu mücadeleyi göze aldığı için meleklerden daha üstündür.

3 Ekim 2012 Çarşamba

BANANE?

Kanuni Sultan Süleyman'ın süt kardeşi, yaşı ilerledikçe veli zatlardan olur. İnzivaya çekilir ve kendini tamamen ahirete adar. Kanuni de zaman zaman görüşmek ister ama nedendir bilinmez bir türlü görüşmek istemez süt kardeşi. Kanuni en son uzuuun bir mektup yazar. Gelen cevap kocaman bir kağıttadır. Kanuni kağıdı açınca büyük harflerle yazılmış kocaman bir BANANE? yazısı görür. Anlam veremez haliyle.

Ama Kanuni her fırsatta görüşme isteğini yineleyen mektuplar yazar süt kardeşine. En sonunda çabaları sonuç verir ve bir iskelede buluşurlar. Küçük bir kayığa atlayıp açılırlar denize. Kanuni mektuptaki BANANE'nin anlamını sorar ama cevap alamaz. Başka bir soruya geçer:

- Üstadım... Sen Allah dostu veli bir zat olmuşsun. Senin hayat görüşün, senin ufkun benimkinden çok daha açıktır. Hele deyiver bakalım, benim Osmanlı devletimin yıkılışı ne zamandır ve nasıl olacaktır?

Süt kardeşi beklemeden cevap verir:

- BANANE?

- Sevgili kardeşim. Nedir bu BANANE? Tekrar edip durursun...

- Sana, sen sormadan söylemiştim cevabı ama anlayamamışsın. Senin torunların her olumsuzluğa, her sıkıntıya, her dara düşmeye, her çaresizliğe BANANE? diyecekleri için Devlet-i Al-i Osman yıkılacaktır.

diye cevap verir...


21 Eylül 2012 Cuma

EFTEN PÜFTEN ENSTANTANELİK SAÇMALAMACALAR

NOT: Bu yazılar arşivden çıkarılmış yazılardır ve en yenisi 2009 tarihine aittir. Peh! Bayağı olmuş... Mizah dergilerine abone olduğum ve haftada 4 mizah dergisini su gibi içtiğim zamanlardı.  Tey tey tey! Çok da kötülermiş be... Ama güzel yani... Yazarken hissettiğin heyecanı hatırlamak bile güzel...

**************

Mağazada gömlek bakıyorum... Yanımda da bir genç var, gömlek karıştırıyor. Bayan tezgahtar gelince sordu:

GENÇ : Bunun bayan için olanı yok mu?

TEZGAHTAR : Bunlar UNİSEX beyefendi...

GENÇ : Nasıl?

TEZGAHTAR : Yani hem erkek, hem kadın giyebiliyor...

GENÇ : Haa.. Öyleeee.. Tamam...


Ne anladıysa artık hayvan UNİSEX deyince...




***********




Ayna hadisesi gibi bir olay daha geldi başıma...

Güneş gözlüğü alıcam. Ama çok pahalı bir şey alacak durumda değilim. Yani zaten fazla da takmıyorum, şöyle orta karar, 60-70 liralık bir şey istiyorum. (Biliyorum dandik oluyo ama napiim, para yok)

Ama çok da gururluyum ha... Öyle dükkana girip de "60-70 liralık gözükler ne tarafta abi" diyemem... Çok marifetmiş gibi...

Neyse girdim optiğe... Dedim ben güneş gözlüğü alıcam...

OPTİK : Tabi efendim...

(Kadın koca bi tezgah açtı önüme)

MAHİRBEY : Fiyatları ne onların?

OPTİK : 400 liradan başlıyor, 1.5 milyara kadar değişiyor...

Benim boğazımdan aşağıya bi şey indi... ...Hava da sıcak, şöyle bi yutkundum... 60 lira nere, 400 nere... E 400 liralık gözlüğün satıldığı yere "60 liralık yok mu" diye de sorulmaz... 

Hiç bozuntuya vermeden 2-3 tane gözlük denedim filan böyle. Yüzüme de öyle bir ifade takınmışım ki;

"Hıh! Senin 400 liralık dandik gözlüğüne mi kaldık. Ben daha iyilerini istiyorum" 

tarzı bi cümle kurmam an meselesi... O derece... Optik teyze de öyle bir bakıyor ki, sanki birazdan siyah limuzin kapıya yanaşacak ve beni alıp gidecek. 

Sonra sırıta sırıta çıktım dükkandan...

Manyaklık işte...


******




Bizim oraya börekçi açıldı... Camında "EVLERE PAKET SERVİSİ YAPILIR" yazıyodu... Nası yani?

- Zıırrrnnnggg...

- Kim o?

- Tosbağa Börek...

- Buyrun

- Paket servisi vardı onu getirdim.

- Sağolunn.. Aaa... Ama bu boş...

- Ya ne? Süpriz yumurta mı lan bu içinden bi şey çıksın?

- Nası ya?

- Kardeşim peket servisi yazıyo kapıda... Paketin içinde bir şey olacağını kim söyledi...

- Hönk!!

- Yaaa!!! Öyle çamaşır suyuna yatırılmış bukalemun gibi rengin solar... Hadi kapat kapıyı...


Onun yerine SİPARİŞ ALINIR tarzı bi şey yazsaymış daha iyiymiş...



*****




Yav arkadaş ben anlamıyorum. Bu futbolcular kitap okuyorlar mı? Sanmıyorum. Yoksa basın açıklamalarını hepsi aynı sınıftan mezun olmuş ilkokul çocukları gibi yapmazlardı. Bu ne lan!!!

Yav biri de farklı bir şey desin yaaaa... Deliricem resmen...


Ben tespit ettim... Hepsi aynı cümleleri kullanıyorlar...

- Valla zor maç oldu... İlk yarıda biraz kötüydük ama ikinci yarı toparlandık. Rakip de güçlüydü. 3 puan aldık, mutluyuz. Önümüzdeki maçlara bakıcaz artık...

Tabi... Bi kere cümle kesinlikle "Valla" ile başlamalı... O "Valla" olmadı mı cümle kuramıyorlar...

MUHABİR: Ercan neler diyorsun maç hakkında? Ama sakın Valla deme...

ERCAN : ......??X%&^..........

MUHABİR: Konuşsana Ercan...

ERCAN : Mmmm...Hımm...mmMMM...

MUHABİR : Tamam Valla de o zaman...

ERCAN : VALLAAAA.... Ohhh... Püfff..Fiiuuvvv... Aman abi gözünü seveyim yapma öyle şeyler... Futbolcuğum yanacak VALLAA....


Yeminle söylüyorum... Saydım... Sivaslı futbolcuların yedi tanesiyle röportaj yaptılar. Altı tanesi klasik cümlenin %80 lik kısmını kullandı. (1)

Ya ben korkuyorum ya... Yoksa bu adamların hayat görüşleri de mi bu kadar dar... Yanılmak istiyorum bu konuda... 

Türkiye'de futbol felsefesi yapan adam görmedim daha. Biraz Fatih hoca ile Ersun hoca anlıyo bu işten ama onlar da çok agresifler... 

Buradan futbolculara soruyorum...

-Kitap okuyun kitap... "Tonton Ali Kireç Kuyusunda" , "Cin Ali Kızlar Tuvaletinde" kitapları bile olsa okuyun lan okuyun... Konuşmayı öğrenin biraz... 

(1) O kelek muhabir de hala devam ediyo Sivaslı futbolculara soru sormaya... Kardeşim hepsi aynı şeyleri diyo zaten... Al 7 parantezine bitsin gitsin.. Ne sen yorul, ne futbocular rüsva olsun.

7(Valla zor maç oldu....bla bla.hede hödö... kabış gubuş....)



*********



İstanbul'un göbeği... 

Gece 02:17.... 

Bir yerden bi ses geliyo... Sanki biri nara atıyormuş gibi. Ben de 1 saat önce "I AM LEGEND" izlemiş biri olarak haliyle tırsmaya başladım. 

Sadece dinliyorum, fakat sesi ayıramıyorum...

Ne sesi bu saatte...

Her gece inin cinin çift kale turnuva düzenlediği sitede ne sesi çıkabilir?

Camı açıp dinlemeye başladım...

Aman Allah'ım! O ne?

HOROZ sesi bu...

Evet bildiğin horoz...

Nihavend makamından girip Rast makamından çıkan, sonra hemen Hicaz'a geçen, oradan Saba'ya atlayan bağdemciği şişmiş musikişinas bir horoz... 

Mübarek yardırıyo siteyi...Nakarat hep aynı ama makam değişiyo sadece...

Ya biri gerçekten evin içinde horoz besliyo, ya da çılgın bir horoz bütün mahalleyi, siteyi taciz ediyo. Benim bildiğim horoz sabah öter...(Beş vakit öten horoz çıkmış şimdi, 2010 model) 

Demek ki bu horozun zaman ayarı kısa devre yapmış, ya da balataları yanmış bilmiyorum... Mantıksız bir horoz işte...

Sabah evden çıkarken her yere baktım da göremedim kendisini... Halbuki pane harcını hazır ettiydim evde... 

Gerçi arada bir horoz mantaliteli komşular da böyle çılgınlıklar yapabiliyorlar. Gece 4 te üst katta horon tepmek gibi mesela...

İlginç tabi...


GÜNCELLEME: Horozu buldum :) Bizim kapıcı bodrum katına bağlamış.. Ayağından... Yanında da iki tane tavuk var. Sordum kapıcıya şöyle cevap verdi : 

- Eee, minimalist düzlemde bir yumurta üretimi yapmak ve aynı zamanda şehir hayatının kümes hayvanlarının seksapelitesine olan etkilerini gözlemleyebilmek amacıyla küçük bir labarotuvar kurdum denebilir.

- İyi... Allah mübarek etsin...

- Amin....


Hasbinallah... Nelerle uğraşıyoruz ya....



**********






DİNGİL arkadaşımdan inciler...

Kendisi MARKÖR yerine NAMKÖR diyerek yeteneğini bir kez daha kanıtlamıştır...

Bu gidişle sözlük çıkarıcam...

"ANSİKLOPEDİK DİNGİL TELAFFUZLARI VE İMLASI SÖZLÜĞÜ" 

Yazan: Dingil Silindir





*********






4 sene boyunca yurtta kaldım üniversite okurken. Ev arkadaşlığı girişmleri filan çok oldu ama etrafta gördüğüm örenci evleri beni bundan alı koydu. Uğraşmak istemedim en basitinden. 

Yurt hayatı güzeldir ama... Bir tek şey dışında 

ÇAMAŞIR YIKAMAK...

Yurtta her katta lüks çamaşır makinaları ve kurutma makinaları var.. Ama tabi herkes kendi ilgileniyor çamaşırıyla. Zaten başkası ilgilensin istemem. Elin herifinin elinin ne işi var (afedersiniz) benim donumda. 

İşte öyle olunca da uğraştırıyor meret...

Çamaşırı at, 2 saat sonra git kurutmaya at, çıkar, ütüle vs. vs. 

Valla cennet, sırf annelerin bu işi en güzel şekilde yaptıkları için ayakları altında olabilir. 

Aslında bi makine icat edecekler abi... Kirli gömleği atıcan, 5 dk da yıkıycak, kurutacak ütülüyecek.. ve... biraz abartalım giydiricek...

??? %&+^'^+%+.....

Tamam...

Gömlek giydirsin olur da...

İç çamaşırı nolucak?...

Onu da giydirmesin artık canım...

Makine abi bu belli mi olur? Demirle şöyle bi dürtüverdi mi, bütün mekanik aksamlardan kaçarsın valla. Hesap makinesine bile düşman olursun şerefsizim... 

Teknolojiye güven olmaz.

Teknolojik olucam diye fizyolojiyi tırmalatmanın ne gereği var?

Di mi efendim ama? 



******



Eski Türkler acaba bir yerde sıkışıp kalmışlar mı? Yani bizdeki bu "SIKIŞMA" huyu onlardan mı kaldı acaba? Onun için diyorum...

Her yerde SIKIŞIYORUZ arkadaş...


Lokantada SIKIŞIYORUZ

Otobüste SIKIŞIYORUZ

Caddede SIKIŞIYORUZ

Bankada SIKIŞIYORUZ

Alışverişte SIKIŞIYORUZ

Çişimiz geliyo SIKIŞIYORUZ

Hatta tuvalete gidiyoruz, orda da SIKIŞIYORUZ

Evde SIKIŞIYORUZ

Sınıfta SIKIŞIYORUZ

Misafir geliyo koltuğa SIKIŞIYORUZ

Ulan yatakta bile SIKIŞIYORUZ beee...


(Her karı koca yatağın içinde yorgan kavgası yapıyor mu yapmıyor mu?
Yapmıyor diyen karı-koca olamaz... )




*****



(Bu olay komik değil, trajikomiktir. O yüzden bir miktar hüzünle okursanız anlarsınız)


Geçen bir arkadaşımın çalıştığı dershanenin seminerine gittim. Adam zorla çıkarttı beni kürsüye ve mecbur 3-5 dakika konuştum. 

Neyse ara verildiğinde koridora çıktım. Bina çok muazzam... Ortasında kocaman bir galeri boşluğu var, havuz mavuz var binada... 4. katta korkuluklara yaslandım seyrediyorum etrafı... 

Derken yanıma iki tane ÖSS hazırlık öğrencisi geldi. 

ÖĞRENCİ 1: Hocam meraba... Nasssınız?

MAHİRBEY : Sağoluuun... Siz nasılsınız?

ÖĞRENCİ 1: İyiyiz hocam...Bi şey sorcaktık...

MAHİRBEY : Buyrun...

ÖĞRENCİ 2: Hocam hangi üniversite mezunusunuz?

MAHİRBEY : Sakarya Üniversitesi... 

Bunlar şimdi birbirlerine baktılar. Şaşırdılar belli...

ÖĞRENCİ 2: Sakarya? Nerde o?

MAHİRBEY : Adapazarında...

Bunlar şimdi yine birbirlerine baktılar... 

ÖĞRENCİ 1: Adapazarı... Haaa... Orası şey mi? Iııı... Tek başına iktidar mı? 

MAHİRBEY : İktidar? 

ÖĞRENCİ 1: (Diğerine) Neydi lan onun adı? Iııı... Şey ya hocam... 

MAHİRBEY : İl mi demek istiyorsunuz?

ÖĞRENCİ 1: Hah!!! İl il ... İl mi Adapazarı?...



Bundan sonra konuşma bir müddet daha devam etti ama bu sahne gece yatağıma yattığımda kafamın içinde yüzlerce kez REPLAY yaptı... 

Acı bir gerçek yüzüme paçavra gibi vuruldu....

Lise 4 öğrencisi... Adapazarı, Sakarya, İl, İktidar... 

******

Benim dingil bir arkadaşım vardır. Hani şu "Takım Elbise ve Yener Abi" yazısının başrol oyuncusu olan. Severim kendisini. Ama ben bu çocuğa gülmekten ölüyorum. Çünkü bazen zihin damarları tıkanıyor ve kelimeleri bilinçsizce, aşırı komik derecede yanlış telaffuz ediyor. 

İstiklal Caddesine, İSTİKBAL CADDESİ
Ersun Yanal'a, EFSUN YAMAN
Flash Disk'e, FLASHBACK
USB Belleğe, USD BELLEK 

demişliği vardır ve bu deyişleriyle benim nazarımda ün yapmıştır. Tamam... Belki insan bazı şeyleri yanlış telaffuz edebilir. İnsanlığın bir gereğidir. (Ne yani yanlış konuşmayanlar hayvan mı? diyen varsa kendisine eve kadar eşlik etmek isterim) Ama bu kadar da olmaz ki hacı!! Bi de nasıl itiraz ediyor? Düşman başına... "Sen uyduruyosun, ben yanlış söylemem" diyerek de zeytinyağı görevinin hakkını veriyor.

Neyse... 

Üç arkadaş okulun oradaki bir çay ocağına gittik. Hani, caddelerde esnaflara çay dağıtan küçük çay ocakları olur ya, onlardan biri işte. Ve orada genelde ATOM içeriz. ATOM nedir? Sıcak suyun bir çay kaşığı kakao karıştırılmış halidir. Güzeldir, hoştur, tatlıdır. Üç arkadaşız. Ben, nam-ı değer dingil ve bir arkadaş daha. Biz arkadaşla çay içeceğiz, dingil de ATOM içecek. 

Yani 2 ÇAY 1 ATOM sipariş edilmesi gerekiyor...

Tabi ben yine, dingilin yanlış telaffuzlarıyla kafa bulmaktayım ve kendisi de klişe bir tarzda itiraz etmekte. 

DİNGİL : Hayır kardeşim, sen uyduruyosun.
MAHİRBEY: Lan niye uydurayım deli miyim?
DİNGİL: Uyduruyosun. Her şeyi yanlış söylemiyorum.

(Çaycı içeriden seslenir)

ÇAYCI: Gençler ne içiyorsunuz?

DİNGİL: Usta, 2 ÇOY 1 ATAM. 

Ben daha hiç bir şey demiyorum :)


***

Çayla başladık, çayla devam edelim. 

Bugün Kız Kulesinin karşısında bulunan minderli - döşekli açık hava mekana çay içmeye gittik. Garson iki çay getirdi ama iki bardağı birbirine boşaltsan bir bardak çay çıkmaz. Niye? Çünkü kendisi çayları, bardak yerine çay tabağında servis etmeyi seven neşeli bir tipmiş. İlginç dedik, sesimizi çıkarmadık. Ancak aynı olay ikinci serviste de yaşanınca, ben çay tabağındaki çayı tepsiye döküverdim. 

GARSON : Naptın?

MAHİRBEY : Arada bir bardakla da servis yap da, müşteriler kıllanmasın. Hem çay tabağı çayın tadını bozuyo...

Yüzüme dik dik baktı ve gitti... Halbuki çok masumane bir edayla söylemiştim. Sinirlendi galiba...

Enteresan...


***


Ulan nedir benim bu pazar arabalarından çektiğim. Eminim, "Pazar Arabalarından nefret eden 80 trilyar kişi bulabilirim" :)

Özellikle bilinçsiz teyzeler tarafından sürülünce pazar alışverişi işkenceye ya da cinayet soruşturmasına dönüyor resmen. Teyze arkasından bir madde çekeliyor ama, bu madde birinin ayağını ezer mi,
birinin canını yakar mı, bunu pazarın ortasına diksem milletin yolu kapanır mı, insanlar ne der gibi bilumum sorulara da kulağını tıkıyor. Pazar arabası olan teyzeler pazarda birer trafik canavarına dönüşüyorlar. Bence bunun için de Halk Eğitim Merkezleri'nde kurslar açılmalı ve ehliyet verilmeli. 

Buradan senaryo.com'un pazar arabası kullanan bayanlarına sesleniyorum!! Gelin, ben size pazar arabası kursu vereyim. Valla... Sitenin otoparkına imitasyon pazar kurdum, orada isteyenlere pazar arabası kullanmayı öğretiyorum. Üstelik sertifika da veriyorum. Hem de AB uyumlu sertifika. Tabi... Polonya Salı Pazarı'nda da rahat rahat kullanabilesiniz diye... 

Amaaa...

Sizi de pazarda, mutasyona uğramış trafik canavarı edasıyla bulursam ceza yazarım. 65 lira. Bir hafta içinde öderseniz 45 oluyo...

Töbe töbe...


***


Dün durakta otobüs bekliyorum. Beyazıta'a gideceğim. Derken önüme bir şey yanaştı. Ucu bucağı gözükmeyen, körüklü, kırmızı beyaz bi madde. Önünde BEYAZIT yazıyor. Ama otobüs o kadar eski ki... Ben basamağına adımımı atmaktan çekindim ilk etapta "Acaba kırılır mı lan?" diyerekten. 

Sonra iş değişti tabi. Canavar gibiler maşallah. Yardıyorlar İstanbul'u. Zaten eve gidince araştırdım ve bu sağlamlığın nedenini buldum. 

Bu otobüsleri Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u ilk fethettiğinde Cenevizlilerden satın almış. Hepsi 1453 model, klimalı, tekerlekli... Hatta ilk alındıklarında körükler yokmuş, onun yerine Anadolu'dan getirilen Yörükler taşıyomuş otobüsü. Zamanla değişmiş tabi. O ayrı mesele... 

Şaka bir yana da, Fatih'in aldığı otobüsler İstanbul'da cirit atarken hükümetin aldığı Metrobüsler bozulup tamir edilmekten yalama oldular. 

Keşke onlarda Cenevizliler'den alsalarmış... Yazık...


***


Otobüs dedin de aklıma geldi. (Kim dedi lan?) İstanbul'un yeni Mercedes otobüsleri var. Özellikle E hatlarında kullanılıyor. Lüks, koyu yeşil, camları siyahlı, klimalı, otomatik bites, dikdörtgenler prizması şeklinde bir şey. (Sekizgen otobüs gören varsa yanıma gelsin, gözünden öpücem) 

Bu otobüsler ilk çıktığında telefonla konuşmak yasaktı. (Çünkü telefonlar otobüsün süper otomatik fren sistemini devre dışı bırakıyormuş, falanmış feşmekanmmış.) Hatta bir kaç kişinin şöförden zılgıt yediğine de şahit olmuşluğum vardır. Üstelik otobüsün en görünebilitesi yüksek mevkiinde "Telefon YASAK" işareti bile var. 

Ama geçen bi baktım, şöför telefonda geyik yapıyor seyir esnasında. Kocaman uyarıya rağmen. Bu, "Piknik Yapmak Yasaktır" tabelasıyla mangal körüklemek gibi bir şey... Artık yolculara da bir şey diyen yok. Zaten bu konuyla ilgili geyik daha enteresan. 

"Hacıı, otobüsler duyarsızlaşıyomuş bi seneden sonra. Telefon kitleyemiyomuş otobüsüüü..." 

Hadi len!! Ne yani, otobüsün bağışıklık sistemi güçlendi de bizim mi haberimiz yok? Antikor mu lan bu?

Hey Allah'ım ya !!


***


Bu ne şimdi? Tam gönder tuşuna basıyodum, ağzıma bir arı girmeye çalıştı. Hasbinallaaah... Çektim kenara konuştum kendisiyle...

- Bak delikanlı... Napıyosun sen?
- Yuva yapıcaktım abi ağzına...
- Oğlum, mizah yazısı yazmayı öğrenen adamın ağzına yuva yapmaya çalışırsan iliğin kemiğin kurur. Perişan olursun. 
- Tamam abi özür dilerim 

dedi. Helalleştik, cebine de harçlık koyup gönderdim...


******

Feysbuk denen illet, milleti cinnet geçirtme zilletine sokacak kadar cibilliyet fakiri bir tekno-kavram. 

Gruplara üye olmalar, arabesk parçalardan alıntılar yapmalar falan, bütün Türkler buraya, bütün Angolalılar sağ köşeye, ota, b.ka grup kuranlara sinir olanlardan gıcık kapanları bağırlarına basanlar grubları, yok efendim paylaşmayan beni silsin tadında sitemler, zattirikten işler… 

Kardeşiyle ekmeğini, dostuyla yemeğini, babasıyla emeğini paylaşmayan adamlar çatır çatır video paylaşıyorlar özelitelerini sakızca çiğneyerek … 

Günlüğünü e-bay’de satışa çıkarmak daha mantıklı bence. 

Ben de geçenlerde hangi akla hizmet, hangi mantığa meziyet olacağını kestirmeden, köpürüp taşmaktan bihal olmuş egomu tatmin mertebesine ererek feysbukta “Kitap Okuyan İnsan Grubu” diye bir gruba üye oldum. Artık gelen kutusu hiç boş durmuyor. Her dakikada zilyon tane mesaj geliyor ne idüğü belirsiz. Adamlar resmen profil taciz ediyorlar lan! Ben de karar verdim. “Kitap Okumayan Hayvan Grubu” kurup herkesi internetsel tacize maruz bırakacağım. 

Bıktım ulan…

***

Geçenlerde babamın bir arkadaşı anlattı. Memleketteki köylerine komşu olan köy, kafalarının az çalışmasıyla ün yapmış. Köye ilk televizyon geldiği yıllarda siyah beyazdı bilindiği gibi. Malum köyden bir vatandaşın da bu durum canına tak etmiş olacak ki, televizyonun renkli olması için, gidip anteni kırk milyon renge boyamış. İşte budur arkadaş. Zeka budur… Hangi İngilizin Fransızın, Papua Yeni Gine’linin aklında bu kadar pratik ve pragmatik bir çıkış yolu zuhur etmiştir. Etmemiştir efendim… Na-mümkündür. Helal olsun o amcaya… Takdir ettim kendisini… 

Hatta bu amcanın öncülüğünü yaptığı köy yöresel bir atasözüne de ev sahipliği yapmış. Kahramanmaraşlılar varsa bilirler…

“Elembaalar müşare kurana kadar Hasanköyler çıkım çıkmış…”

Seviyorum bu ülkeyi :)

***

Geçenlerde bir yerde okudum. Osmanlı’nın en şaşalı dönemlerinden birinde iki alim mektuplaşıyorlar. Mektubun giriş kısmı ilginç…

“Nasılsınız? Kedere mucip bir ahvaliniz yoktur inşallah. Her ne kadar telaffuzuna muktedir olamasakta, tefehhümünden mahzuz olduğumuzu belirtmek isteriz.” 

Türkçesi:

Sizi üzüntüye sokacak bir durum yoktur inşallah. Her ne kadar size hatırınızı bizzat soramasakta, sizleri düşünüyoruz, unutmuyoruz ve bu şekilde düşünmekten de zevk alıyoruz. Sizi unuttuğumuzu düşünmeyin.

Kullanım alanı: “Hiç aradığın sorduğun yok lan!!” diyenlere ayrıntısıyla anlatılır. Sonra hızla uzaklaşılır… Nedenini sormayın…

***

(Güncelitesi mevcuttur. Rahatsız olanlara şimdiden Allah şifa versin diyor, başarılarınızın hebasını diliyorum) 



10 Eylül 2012 Pazartesi

Tek Kişilik Oyun Saçmalamaca - 2

UYARI: Önce "Tek Kişilik Oyun Saçmalamaca - 1" isimli yazıyı okumayanların bu yazıyı okuması yasaktır.

**********************

İNSAN: Ne garip değil mi? İnsanın hayatta hep karşılaştığı gibi, büyük beklenti hep büyük hayal kırıklıkları getirir inada inat. Sen sana benzer bir sen beklerken, hiç sana benzemeyen senler türüyor senden. Annem de öyle hayal kırıklığına uğraşmış işte. Gerçi babam da ilk başlarda afallamış ama o travmayı çabuk atlatmış. Şimdi iyi görünse de doğduğum zaman anneme şaşkın şaşkın bakarak;

-Hanım, bu çocuğu biz geri verelim bence... demiş..

-Manyak mısın be? Nerden aldık ki nereye geri vereceğiz?

-Problem orada işte, hiç bir yerden almadık, hiç bir yere veremiyoruz da, başımıza kaldı lan bu gerizekalı!!

Napalım, kader kurbanıyız. Hani klasik klişe entel tabirleri vardır ya, "Çocuğunuzu aşağılamayın, onu ezmeyin, sevin, teşvik edin" diye... Demek ki bizimkiler de bunu tersten anlamışlar. Klişe entel tabirlerine kapılmayarak, marjinal entel söylemlerine yaklaşmak için böyle bir şey yapmış olabilirler, bilmiyorum.

Velhasıl, seneler gerizekalı olduğumu söyleyemeyerek ve bu yüzden annemlerin beni hep gerizekalı görmesine ses çıkaramayarak geçti... Uzun uzun ağladığım ve kısa kısa güldüğüm zamanlarım oldu. Ama içimde hep bir burukluk vardı sürekli... Aslında insanın içinde bir miktar burukluk bulunması iyidir. Normal olan, olması gereken odur. Yani Yılmaz Erdoğan'ın "Ağlamasını bilmeyen adamın gülmesinden de bir bok olmaz" tabiriyle paralel bir hadisedir. Ama bu burukluk bulunması zor bir burukluk olduğunda burukluk hissi vermelidir. Yani burukluğun kaynağını bilmemen en güzelidir. Bizim  gibi içinde olan burukluğun sebebinin "gerizekalı" söylemi olması insanın içini daha çok burkuyor, zaten bükülmüş ruhunu kat kat katlıyor.

Yani, içime kuru kuruya yapışan bu burukluk benimle birlikte büyüdü içimde. Senelerce sülük gibi yapıştığı yerde kaldı. Çok istedim çekip koparmayı, söküp atmayı ama ruhum müsade etmedi. Halk tabiriyle "YEMEDİ" yani... Yok yok şaka... Ben istemedim bu burukluğu çıkarmayı içimden. Eğer burukluğumla savaşsaydım belki daha çok zarar verecektim içime. En iyi yaptığım iş olan "kabullenmeyi" seçtim. En azından burukluğu düzeltme işini uzun zaman ertelemek...  Çocuğunuz yaşamışsınızdır, sınavlara hazırlnan öğrencilere baktığınızda en çok stresi hep çalışanlar yapar. Çalışmayan öğrenciler hep ununu elemiş, eleğini asmış adamlardır. Aslen eksiye gitmelerine ve kayıp yollarına düşmelerine rağmen, yani en çok stresi onların yapması, en çok onların çalışması gerekirken, onların kafası çalışanlara göre çok daha rahattır. İçini dürten bir şey olmadığında dışarıda hareket olmaz ki! Aynen öyledir durum. Yanlışınızla yüzleşmek, onu kabullenmek, savaşmaktan daha kolaydır. Çünkü her savaş, büyük tahribatlar yapar. Zaman-mekan farketmez. Savaş haraplaştırmaktır olduğu yeri. O yüzden kabullenmek en güzelidir. Doğru! Dışarıdan bakıldığında kolaya kaçmanın bir değişik versiyonu gibi gözükebilir ama kısa vadede doğru kabul edilen bir şeydir. Uzun vadede çok şey öğretir, çok şey kazandırır. Hayata hasarsız ve dengeli başlama, yıpranmayarak olaylara atılma fırsatı verir.

Amaaaaaaa.... Çok ince bir nokta var burada. Kabullendiğin nokta, içine sülük gibi yapışan o nokta bazen evrensel yanlışlardan biri olabilir. Yani herkesin hata olarak addettiği bir şey içinizde büyüdüyse çok dikkatli olmalısınız. En azınndan aynaya bakıp," içimde büyütüp beslediğim bu hadiseyi acaba ben zamanla kat'i bir doğru olarak addetmiş miyim?" sorusunu sormalıdır İNSAN... Hataysa onun hata olduğunu da kabul etmelidir aynı zamanda. Sadece burukluğunuzu kabul etmek yetmez. Çünkü insandaki o nefis, o burukluğu zamanla sizi haklı çıkarmak için önünüze temcit pilavı gibi koyar. Tiksindiğiniz bir şeyden, deli gibi hoşlanır hale gelirsiniz bir süre sonra. O yüzden içinizdeki burukluğu büyütürken, onun bir hata olduğunu, bir eksiklik olduğunu bilerek büyütün. Eğer aklınızdan zerre kadar, "ya aslında............" diye başlayan cümleler geliyorsa, geçmiş olsun, kaybettiniz demektir. İşte o zaman tam kesip atma zamanıdır. Çünkü hastalık yayılmış, kangren bütün uzvu sarmıştır.


.............