21 Eylül 2012 Cuma

EFTEN PÜFTEN ENSTANTANELİK SAÇMALAMACALAR

NOT: Bu yazılar arşivden çıkarılmış yazılardır ve en yenisi 2009 tarihine aittir. Peh! Bayağı olmuş... Mizah dergilerine abone olduğum ve haftada 4 mizah dergisini su gibi içtiğim zamanlardı.  Tey tey tey! Çok da kötülermiş be... Ama güzel yani... Yazarken hissettiğin heyecanı hatırlamak bile güzel...

**************

Mağazada gömlek bakıyorum... Yanımda da bir genç var, gömlek karıştırıyor. Bayan tezgahtar gelince sordu:

GENÇ : Bunun bayan için olanı yok mu?

TEZGAHTAR : Bunlar UNİSEX beyefendi...

GENÇ : Nasıl?

TEZGAHTAR : Yani hem erkek, hem kadın giyebiliyor...

GENÇ : Haa.. Öyleeee.. Tamam...


Ne anladıysa artık hayvan UNİSEX deyince...




***********




Ayna hadisesi gibi bir olay daha geldi başıma...

Güneş gözlüğü alıcam. Ama çok pahalı bir şey alacak durumda değilim. Yani zaten fazla da takmıyorum, şöyle orta karar, 60-70 liralık bir şey istiyorum. (Biliyorum dandik oluyo ama napiim, para yok)

Ama çok da gururluyum ha... Öyle dükkana girip de "60-70 liralık gözükler ne tarafta abi" diyemem... Çok marifetmiş gibi...

Neyse girdim optiğe... Dedim ben güneş gözlüğü alıcam...

OPTİK : Tabi efendim...

(Kadın koca bi tezgah açtı önüme)

MAHİRBEY : Fiyatları ne onların?

OPTİK : 400 liradan başlıyor, 1.5 milyara kadar değişiyor...

Benim boğazımdan aşağıya bi şey indi... ...Hava da sıcak, şöyle bi yutkundum... 60 lira nere, 400 nere... E 400 liralık gözlüğün satıldığı yere "60 liralık yok mu" diye de sorulmaz... 

Hiç bozuntuya vermeden 2-3 tane gözlük denedim filan böyle. Yüzüme de öyle bir ifade takınmışım ki;

"Hıh! Senin 400 liralık dandik gözlüğüne mi kaldık. Ben daha iyilerini istiyorum" 

tarzı bi cümle kurmam an meselesi... O derece... Optik teyze de öyle bir bakıyor ki, sanki birazdan siyah limuzin kapıya yanaşacak ve beni alıp gidecek. 

Sonra sırıta sırıta çıktım dükkandan...

Manyaklık işte...


******




Bizim oraya börekçi açıldı... Camında "EVLERE PAKET SERVİSİ YAPILIR" yazıyodu... Nası yani?

- Zıırrrnnnggg...

- Kim o?

- Tosbağa Börek...

- Buyrun

- Paket servisi vardı onu getirdim.

- Sağolunn.. Aaa... Ama bu boş...

- Ya ne? Süpriz yumurta mı lan bu içinden bi şey çıksın?

- Nası ya?

- Kardeşim peket servisi yazıyo kapıda... Paketin içinde bir şey olacağını kim söyledi...

- Hönk!!

- Yaaa!!! Öyle çamaşır suyuna yatırılmış bukalemun gibi rengin solar... Hadi kapat kapıyı...


Onun yerine SİPARİŞ ALINIR tarzı bi şey yazsaymış daha iyiymiş...



*****




Yav arkadaş ben anlamıyorum. Bu futbolcular kitap okuyorlar mı? Sanmıyorum. Yoksa basın açıklamalarını hepsi aynı sınıftan mezun olmuş ilkokul çocukları gibi yapmazlardı. Bu ne lan!!!

Yav biri de farklı bir şey desin yaaaa... Deliricem resmen...


Ben tespit ettim... Hepsi aynı cümleleri kullanıyorlar...

- Valla zor maç oldu... İlk yarıda biraz kötüydük ama ikinci yarı toparlandık. Rakip de güçlüydü. 3 puan aldık, mutluyuz. Önümüzdeki maçlara bakıcaz artık...

Tabi... Bi kere cümle kesinlikle "Valla" ile başlamalı... O "Valla" olmadı mı cümle kuramıyorlar...

MUHABİR: Ercan neler diyorsun maç hakkında? Ama sakın Valla deme...

ERCAN : ......??X%&^..........

MUHABİR: Konuşsana Ercan...

ERCAN : Mmmm...Hımm...mmMMM...

MUHABİR : Tamam Valla de o zaman...

ERCAN : VALLAAAA.... Ohhh... Püfff..Fiiuuvvv... Aman abi gözünü seveyim yapma öyle şeyler... Futbolcuğum yanacak VALLAA....


Yeminle söylüyorum... Saydım... Sivaslı futbolcuların yedi tanesiyle röportaj yaptılar. Altı tanesi klasik cümlenin %80 lik kısmını kullandı. (1)

Ya ben korkuyorum ya... Yoksa bu adamların hayat görüşleri de mi bu kadar dar... Yanılmak istiyorum bu konuda... 

Türkiye'de futbol felsefesi yapan adam görmedim daha. Biraz Fatih hoca ile Ersun hoca anlıyo bu işten ama onlar da çok agresifler... 

Buradan futbolculara soruyorum...

-Kitap okuyun kitap... "Tonton Ali Kireç Kuyusunda" , "Cin Ali Kızlar Tuvaletinde" kitapları bile olsa okuyun lan okuyun... Konuşmayı öğrenin biraz... 

(1) O kelek muhabir de hala devam ediyo Sivaslı futbolculara soru sormaya... Kardeşim hepsi aynı şeyleri diyo zaten... Al 7 parantezine bitsin gitsin.. Ne sen yorul, ne futbocular rüsva olsun.

7(Valla zor maç oldu....bla bla.hede hödö... kabış gubuş....)



*********



İstanbul'un göbeği... 

Gece 02:17.... 

Bir yerden bi ses geliyo... Sanki biri nara atıyormuş gibi. Ben de 1 saat önce "I AM LEGEND" izlemiş biri olarak haliyle tırsmaya başladım. 

Sadece dinliyorum, fakat sesi ayıramıyorum...

Ne sesi bu saatte...

Her gece inin cinin çift kale turnuva düzenlediği sitede ne sesi çıkabilir?

Camı açıp dinlemeye başladım...

Aman Allah'ım! O ne?

HOROZ sesi bu...

Evet bildiğin horoz...

Nihavend makamından girip Rast makamından çıkan, sonra hemen Hicaz'a geçen, oradan Saba'ya atlayan bağdemciği şişmiş musikişinas bir horoz... 

Mübarek yardırıyo siteyi...Nakarat hep aynı ama makam değişiyo sadece...

Ya biri gerçekten evin içinde horoz besliyo, ya da çılgın bir horoz bütün mahalleyi, siteyi taciz ediyo. Benim bildiğim horoz sabah öter...(Beş vakit öten horoz çıkmış şimdi, 2010 model) 

Demek ki bu horozun zaman ayarı kısa devre yapmış, ya da balataları yanmış bilmiyorum... Mantıksız bir horoz işte...

Sabah evden çıkarken her yere baktım da göremedim kendisini... Halbuki pane harcını hazır ettiydim evde... 

Gerçi arada bir horoz mantaliteli komşular da böyle çılgınlıklar yapabiliyorlar. Gece 4 te üst katta horon tepmek gibi mesela...

İlginç tabi...


GÜNCELLEME: Horozu buldum :) Bizim kapıcı bodrum katına bağlamış.. Ayağından... Yanında da iki tane tavuk var. Sordum kapıcıya şöyle cevap verdi : 

- Eee, minimalist düzlemde bir yumurta üretimi yapmak ve aynı zamanda şehir hayatının kümes hayvanlarının seksapelitesine olan etkilerini gözlemleyebilmek amacıyla küçük bir labarotuvar kurdum denebilir.

- İyi... Allah mübarek etsin...

- Amin....


Hasbinallah... Nelerle uğraşıyoruz ya....



**********






DİNGİL arkadaşımdan inciler...

Kendisi MARKÖR yerine NAMKÖR diyerek yeteneğini bir kez daha kanıtlamıştır...

Bu gidişle sözlük çıkarıcam...

"ANSİKLOPEDİK DİNGİL TELAFFUZLARI VE İMLASI SÖZLÜĞÜ" 

Yazan: Dingil Silindir





*********






4 sene boyunca yurtta kaldım üniversite okurken. Ev arkadaşlığı girişmleri filan çok oldu ama etrafta gördüğüm örenci evleri beni bundan alı koydu. Uğraşmak istemedim en basitinden. 

Yurt hayatı güzeldir ama... Bir tek şey dışında 

ÇAMAŞIR YIKAMAK...

Yurtta her katta lüks çamaşır makinaları ve kurutma makinaları var.. Ama tabi herkes kendi ilgileniyor çamaşırıyla. Zaten başkası ilgilensin istemem. Elin herifinin elinin ne işi var (afedersiniz) benim donumda. 

İşte öyle olunca da uğraştırıyor meret...

Çamaşırı at, 2 saat sonra git kurutmaya at, çıkar, ütüle vs. vs. 

Valla cennet, sırf annelerin bu işi en güzel şekilde yaptıkları için ayakları altında olabilir. 

Aslında bi makine icat edecekler abi... Kirli gömleği atıcan, 5 dk da yıkıycak, kurutacak ütülüyecek.. ve... biraz abartalım giydiricek...

??? %&+^'^+%+.....

Tamam...

Gömlek giydirsin olur da...

İç çamaşırı nolucak?...

Onu da giydirmesin artık canım...

Makine abi bu belli mi olur? Demirle şöyle bi dürtüverdi mi, bütün mekanik aksamlardan kaçarsın valla. Hesap makinesine bile düşman olursun şerefsizim... 

Teknolojiye güven olmaz.

Teknolojik olucam diye fizyolojiyi tırmalatmanın ne gereği var?

Di mi efendim ama? 



******



Eski Türkler acaba bir yerde sıkışıp kalmışlar mı? Yani bizdeki bu "SIKIŞMA" huyu onlardan mı kaldı acaba? Onun için diyorum...

Her yerde SIKIŞIYORUZ arkadaş...


Lokantada SIKIŞIYORUZ

Otobüste SIKIŞIYORUZ

Caddede SIKIŞIYORUZ

Bankada SIKIŞIYORUZ

Alışverişte SIKIŞIYORUZ

Çişimiz geliyo SIKIŞIYORUZ

Hatta tuvalete gidiyoruz, orda da SIKIŞIYORUZ

Evde SIKIŞIYORUZ

Sınıfta SIKIŞIYORUZ

Misafir geliyo koltuğa SIKIŞIYORUZ

Ulan yatakta bile SIKIŞIYORUZ beee...


(Her karı koca yatağın içinde yorgan kavgası yapıyor mu yapmıyor mu?
Yapmıyor diyen karı-koca olamaz... )




*****



(Bu olay komik değil, trajikomiktir. O yüzden bir miktar hüzünle okursanız anlarsınız)


Geçen bir arkadaşımın çalıştığı dershanenin seminerine gittim. Adam zorla çıkarttı beni kürsüye ve mecbur 3-5 dakika konuştum. 

Neyse ara verildiğinde koridora çıktım. Bina çok muazzam... Ortasında kocaman bir galeri boşluğu var, havuz mavuz var binada... 4. katta korkuluklara yaslandım seyrediyorum etrafı... 

Derken yanıma iki tane ÖSS hazırlık öğrencisi geldi. 

ÖĞRENCİ 1: Hocam meraba... Nasssınız?

MAHİRBEY : Sağoluuun... Siz nasılsınız?

ÖĞRENCİ 1: İyiyiz hocam...Bi şey sorcaktık...

MAHİRBEY : Buyrun...

ÖĞRENCİ 2: Hocam hangi üniversite mezunusunuz?

MAHİRBEY : Sakarya Üniversitesi... 

Bunlar şimdi birbirlerine baktılar. Şaşırdılar belli...

ÖĞRENCİ 2: Sakarya? Nerde o?

MAHİRBEY : Adapazarında...

Bunlar şimdi yine birbirlerine baktılar... 

ÖĞRENCİ 1: Adapazarı... Haaa... Orası şey mi? Iııı... Tek başına iktidar mı? 

MAHİRBEY : İktidar? 

ÖĞRENCİ 1: (Diğerine) Neydi lan onun adı? Iııı... Şey ya hocam... 

MAHİRBEY : İl mi demek istiyorsunuz?

ÖĞRENCİ 1: Hah!!! İl il ... İl mi Adapazarı?...



Bundan sonra konuşma bir müddet daha devam etti ama bu sahne gece yatağıma yattığımda kafamın içinde yüzlerce kez REPLAY yaptı... 

Acı bir gerçek yüzüme paçavra gibi vuruldu....

Lise 4 öğrencisi... Adapazarı, Sakarya, İl, İktidar... 

******

Benim dingil bir arkadaşım vardır. Hani şu "Takım Elbise ve Yener Abi" yazısının başrol oyuncusu olan. Severim kendisini. Ama ben bu çocuğa gülmekten ölüyorum. Çünkü bazen zihin damarları tıkanıyor ve kelimeleri bilinçsizce, aşırı komik derecede yanlış telaffuz ediyor. 

İstiklal Caddesine, İSTİKBAL CADDESİ
Ersun Yanal'a, EFSUN YAMAN
Flash Disk'e, FLASHBACK
USB Belleğe, USD BELLEK 

demişliği vardır ve bu deyişleriyle benim nazarımda ün yapmıştır. Tamam... Belki insan bazı şeyleri yanlış telaffuz edebilir. İnsanlığın bir gereğidir. (Ne yani yanlış konuşmayanlar hayvan mı? diyen varsa kendisine eve kadar eşlik etmek isterim) Ama bu kadar da olmaz ki hacı!! Bi de nasıl itiraz ediyor? Düşman başına... "Sen uyduruyosun, ben yanlış söylemem" diyerek de zeytinyağı görevinin hakkını veriyor.

Neyse... 

Üç arkadaş okulun oradaki bir çay ocağına gittik. Hani, caddelerde esnaflara çay dağıtan küçük çay ocakları olur ya, onlardan biri işte. Ve orada genelde ATOM içeriz. ATOM nedir? Sıcak suyun bir çay kaşığı kakao karıştırılmış halidir. Güzeldir, hoştur, tatlıdır. Üç arkadaşız. Ben, nam-ı değer dingil ve bir arkadaş daha. Biz arkadaşla çay içeceğiz, dingil de ATOM içecek. 

Yani 2 ÇAY 1 ATOM sipariş edilmesi gerekiyor...

Tabi ben yine, dingilin yanlış telaffuzlarıyla kafa bulmaktayım ve kendisi de klişe bir tarzda itiraz etmekte. 

DİNGİL : Hayır kardeşim, sen uyduruyosun.
MAHİRBEY: Lan niye uydurayım deli miyim?
DİNGİL: Uyduruyosun. Her şeyi yanlış söylemiyorum.

(Çaycı içeriden seslenir)

ÇAYCI: Gençler ne içiyorsunuz?

DİNGİL: Usta, 2 ÇOY 1 ATAM. 

Ben daha hiç bir şey demiyorum :)


***

Çayla başladık, çayla devam edelim. 

Bugün Kız Kulesinin karşısında bulunan minderli - döşekli açık hava mekana çay içmeye gittik. Garson iki çay getirdi ama iki bardağı birbirine boşaltsan bir bardak çay çıkmaz. Niye? Çünkü kendisi çayları, bardak yerine çay tabağında servis etmeyi seven neşeli bir tipmiş. İlginç dedik, sesimizi çıkarmadık. Ancak aynı olay ikinci serviste de yaşanınca, ben çay tabağındaki çayı tepsiye döküverdim. 

GARSON : Naptın?

MAHİRBEY : Arada bir bardakla da servis yap da, müşteriler kıllanmasın. Hem çay tabağı çayın tadını bozuyo...

Yüzüme dik dik baktı ve gitti... Halbuki çok masumane bir edayla söylemiştim. Sinirlendi galiba...

Enteresan...


***


Ulan nedir benim bu pazar arabalarından çektiğim. Eminim, "Pazar Arabalarından nefret eden 80 trilyar kişi bulabilirim" :)

Özellikle bilinçsiz teyzeler tarafından sürülünce pazar alışverişi işkenceye ya da cinayet soruşturmasına dönüyor resmen. Teyze arkasından bir madde çekeliyor ama, bu madde birinin ayağını ezer mi,
birinin canını yakar mı, bunu pazarın ortasına diksem milletin yolu kapanır mı, insanlar ne der gibi bilumum sorulara da kulağını tıkıyor. Pazar arabası olan teyzeler pazarda birer trafik canavarına dönüşüyorlar. Bence bunun için de Halk Eğitim Merkezleri'nde kurslar açılmalı ve ehliyet verilmeli. 

Buradan senaryo.com'un pazar arabası kullanan bayanlarına sesleniyorum!! Gelin, ben size pazar arabası kursu vereyim. Valla... Sitenin otoparkına imitasyon pazar kurdum, orada isteyenlere pazar arabası kullanmayı öğretiyorum. Üstelik sertifika da veriyorum. Hem de AB uyumlu sertifika. Tabi... Polonya Salı Pazarı'nda da rahat rahat kullanabilesiniz diye... 

Amaaa...

Sizi de pazarda, mutasyona uğramış trafik canavarı edasıyla bulursam ceza yazarım. 65 lira. Bir hafta içinde öderseniz 45 oluyo...

Töbe töbe...


***


Dün durakta otobüs bekliyorum. Beyazıta'a gideceğim. Derken önüme bir şey yanaştı. Ucu bucağı gözükmeyen, körüklü, kırmızı beyaz bi madde. Önünde BEYAZIT yazıyor. Ama otobüs o kadar eski ki... Ben basamağına adımımı atmaktan çekindim ilk etapta "Acaba kırılır mı lan?" diyerekten. 

Sonra iş değişti tabi. Canavar gibiler maşallah. Yardıyorlar İstanbul'u. Zaten eve gidince araştırdım ve bu sağlamlığın nedenini buldum. 

Bu otobüsleri Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u ilk fethettiğinde Cenevizlilerden satın almış. Hepsi 1453 model, klimalı, tekerlekli... Hatta ilk alındıklarında körükler yokmuş, onun yerine Anadolu'dan getirilen Yörükler taşıyomuş otobüsü. Zamanla değişmiş tabi. O ayrı mesele... 

Şaka bir yana da, Fatih'in aldığı otobüsler İstanbul'da cirit atarken hükümetin aldığı Metrobüsler bozulup tamir edilmekten yalama oldular. 

Keşke onlarda Cenevizliler'den alsalarmış... Yazık...


***


Otobüs dedin de aklıma geldi. (Kim dedi lan?) İstanbul'un yeni Mercedes otobüsleri var. Özellikle E hatlarında kullanılıyor. Lüks, koyu yeşil, camları siyahlı, klimalı, otomatik bites, dikdörtgenler prizması şeklinde bir şey. (Sekizgen otobüs gören varsa yanıma gelsin, gözünden öpücem) 

Bu otobüsler ilk çıktığında telefonla konuşmak yasaktı. (Çünkü telefonlar otobüsün süper otomatik fren sistemini devre dışı bırakıyormuş, falanmış feşmekanmmış.) Hatta bir kaç kişinin şöförden zılgıt yediğine de şahit olmuşluğum vardır. Üstelik otobüsün en görünebilitesi yüksek mevkiinde "Telefon YASAK" işareti bile var. 

Ama geçen bi baktım, şöför telefonda geyik yapıyor seyir esnasında. Kocaman uyarıya rağmen. Bu, "Piknik Yapmak Yasaktır" tabelasıyla mangal körüklemek gibi bir şey... Artık yolculara da bir şey diyen yok. Zaten bu konuyla ilgili geyik daha enteresan. 

"Hacıı, otobüsler duyarsızlaşıyomuş bi seneden sonra. Telefon kitleyemiyomuş otobüsüüü..." 

Hadi len!! Ne yani, otobüsün bağışıklık sistemi güçlendi de bizim mi haberimiz yok? Antikor mu lan bu?

Hey Allah'ım ya !!


***


Bu ne şimdi? Tam gönder tuşuna basıyodum, ağzıma bir arı girmeye çalıştı. Hasbinallaaah... Çektim kenara konuştum kendisiyle...

- Bak delikanlı... Napıyosun sen?
- Yuva yapıcaktım abi ağzına...
- Oğlum, mizah yazısı yazmayı öğrenen adamın ağzına yuva yapmaya çalışırsan iliğin kemiğin kurur. Perişan olursun. 
- Tamam abi özür dilerim 

dedi. Helalleştik, cebine de harçlık koyup gönderdim...


******

Feysbuk denen illet, milleti cinnet geçirtme zilletine sokacak kadar cibilliyet fakiri bir tekno-kavram. 

Gruplara üye olmalar, arabesk parçalardan alıntılar yapmalar falan, bütün Türkler buraya, bütün Angolalılar sağ köşeye, ota, b.ka grup kuranlara sinir olanlardan gıcık kapanları bağırlarına basanlar grubları, yok efendim paylaşmayan beni silsin tadında sitemler, zattirikten işler… 

Kardeşiyle ekmeğini, dostuyla yemeğini, babasıyla emeğini paylaşmayan adamlar çatır çatır video paylaşıyorlar özelitelerini sakızca çiğneyerek … 

Günlüğünü e-bay’de satışa çıkarmak daha mantıklı bence. 

Ben de geçenlerde hangi akla hizmet, hangi mantığa meziyet olacağını kestirmeden, köpürüp taşmaktan bihal olmuş egomu tatmin mertebesine ererek feysbukta “Kitap Okuyan İnsan Grubu” diye bir gruba üye oldum. Artık gelen kutusu hiç boş durmuyor. Her dakikada zilyon tane mesaj geliyor ne idüğü belirsiz. Adamlar resmen profil taciz ediyorlar lan! Ben de karar verdim. “Kitap Okumayan Hayvan Grubu” kurup herkesi internetsel tacize maruz bırakacağım. 

Bıktım ulan…

***

Geçenlerde babamın bir arkadaşı anlattı. Memleketteki köylerine komşu olan köy, kafalarının az çalışmasıyla ün yapmış. Köye ilk televizyon geldiği yıllarda siyah beyazdı bilindiği gibi. Malum köyden bir vatandaşın da bu durum canına tak etmiş olacak ki, televizyonun renkli olması için, gidip anteni kırk milyon renge boyamış. İşte budur arkadaş. Zeka budur… Hangi İngilizin Fransızın, Papua Yeni Gine’linin aklında bu kadar pratik ve pragmatik bir çıkış yolu zuhur etmiştir. Etmemiştir efendim… Na-mümkündür. Helal olsun o amcaya… Takdir ettim kendisini… 

Hatta bu amcanın öncülüğünü yaptığı köy yöresel bir atasözüne de ev sahipliği yapmış. Kahramanmaraşlılar varsa bilirler…

“Elembaalar müşare kurana kadar Hasanköyler çıkım çıkmış…”

Seviyorum bu ülkeyi :)

***

Geçenlerde bir yerde okudum. Osmanlı’nın en şaşalı dönemlerinden birinde iki alim mektuplaşıyorlar. Mektubun giriş kısmı ilginç…

“Nasılsınız? Kedere mucip bir ahvaliniz yoktur inşallah. Her ne kadar telaffuzuna muktedir olamasakta, tefehhümünden mahzuz olduğumuzu belirtmek isteriz.” 

Türkçesi:

Sizi üzüntüye sokacak bir durum yoktur inşallah. Her ne kadar size hatırınızı bizzat soramasakta, sizleri düşünüyoruz, unutmuyoruz ve bu şekilde düşünmekten de zevk alıyoruz. Sizi unuttuğumuzu düşünmeyin.

Kullanım alanı: “Hiç aradığın sorduğun yok lan!!” diyenlere ayrıntısıyla anlatılır. Sonra hızla uzaklaşılır… Nedenini sormayın…

***

(Güncelitesi mevcuttur. Rahatsız olanlara şimdiden Allah şifa versin diyor, başarılarınızın hebasını diliyorum) 



10 Eylül 2012 Pazartesi

Tek Kişilik Oyun Saçmalamaca - 2

UYARI: Önce "Tek Kişilik Oyun Saçmalamaca - 1" isimli yazıyı okumayanların bu yazıyı okuması yasaktır.

**********************

İNSAN: Ne garip değil mi? İnsanın hayatta hep karşılaştığı gibi, büyük beklenti hep büyük hayal kırıklıkları getirir inada inat. Sen sana benzer bir sen beklerken, hiç sana benzemeyen senler türüyor senden. Annem de öyle hayal kırıklığına uğraşmış işte. Gerçi babam da ilk başlarda afallamış ama o travmayı çabuk atlatmış. Şimdi iyi görünse de doğduğum zaman anneme şaşkın şaşkın bakarak;

-Hanım, bu çocuğu biz geri verelim bence... demiş..

-Manyak mısın be? Nerden aldık ki nereye geri vereceğiz?

-Problem orada işte, hiç bir yerden almadık, hiç bir yere veremiyoruz da, başımıza kaldı lan bu gerizekalı!!

Napalım, kader kurbanıyız. Hani klasik klişe entel tabirleri vardır ya, "Çocuğunuzu aşağılamayın, onu ezmeyin, sevin, teşvik edin" diye... Demek ki bizimkiler de bunu tersten anlamışlar. Klişe entel tabirlerine kapılmayarak, marjinal entel söylemlerine yaklaşmak için böyle bir şey yapmış olabilirler, bilmiyorum.

Velhasıl, seneler gerizekalı olduğumu söyleyemeyerek ve bu yüzden annemlerin beni hep gerizekalı görmesine ses çıkaramayarak geçti... Uzun uzun ağladığım ve kısa kısa güldüğüm zamanlarım oldu. Ama içimde hep bir burukluk vardı sürekli... Aslında insanın içinde bir miktar burukluk bulunması iyidir. Normal olan, olması gereken odur. Yani Yılmaz Erdoğan'ın "Ağlamasını bilmeyen adamın gülmesinden de bir bok olmaz" tabiriyle paralel bir hadisedir. Ama bu burukluk bulunması zor bir burukluk olduğunda burukluk hissi vermelidir. Yani burukluğun kaynağını bilmemen en güzelidir. Bizim  gibi içinde olan burukluğun sebebinin "gerizekalı" söylemi olması insanın içini daha çok burkuyor, zaten bükülmüş ruhunu kat kat katlıyor.

Yani, içime kuru kuruya yapışan bu burukluk benimle birlikte büyüdü içimde. Senelerce sülük gibi yapıştığı yerde kaldı. Çok istedim çekip koparmayı, söküp atmayı ama ruhum müsade etmedi. Halk tabiriyle "YEMEDİ" yani... Yok yok şaka... Ben istemedim bu burukluğu çıkarmayı içimden. Eğer burukluğumla savaşsaydım belki daha çok zarar verecektim içime. En iyi yaptığım iş olan "kabullenmeyi" seçtim. En azından burukluğu düzeltme işini uzun zaman ertelemek...  Çocuğunuz yaşamışsınızdır, sınavlara hazırlnan öğrencilere baktığınızda en çok stresi hep çalışanlar yapar. Çalışmayan öğrenciler hep ununu elemiş, eleğini asmış adamlardır. Aslen eksiye gitmelerine ve kayıp yollarına düşmelerine rağmen, yani en çok stresi onların yapması, en çok onların çalışması gerekirken, onların kafası çalışanlara göre çok daha rahattır. İçini dürten bir şey olmadığında dışarıda hareket olmaz ki! Aynen öyledir durum. Yanlışınızla yüzleşmek, onu kabullenmek, savaşmaktan daha kolaydır. Çünkü her savaş, büyük tahribatlar yapar. Zaman-mekan farketmez. Savaş haraplaştırmaktır olduğu yeri. O yüzden kabullenmek en güzelidir. Doğru! Dışarıdan bakıldığında kolaya kaçmanın bir değişik versiyonu gibi gözükebilir ama kısa vadede doğru kabul edilen bir şeydir. Uzun vadede çok şey öğretir, çok şey kazandırır. Hayata hasarsız ve dengeli başlama, yıpranmayarak olaylara atılma fırsatı verir.

Amaaaaaaa.... Çok ince bir nokta var burada. Kabullendiğin nokta, içine sülük gibi yapışan o nokta bazen evrensel yanlışlardan biri olabilir. Yani herkesin hata olarak addettiği bir şey içinizde büyüdüyse çok dikkatli olmalısınız. En azınndan aynaya bakıp," içimde büyütüp beslediğim bu hadiseyi acaba ben zamanla kat'i bir doğru olarak addetmiş miyim?" sorusunu sormalıdır İNSAN... Hataysa onun hata olduğunu da kabul etmelidir aynı zamanda. Sadece burukluğunuzu kabul etmek yetmez. Çünkü insandaki o nefis, o burukluğu zamanla sizi haklı çıkarmak için önünüze temcit pilavı gibi koyar. Tiksindiğiniz bir şeyden, deli gibi hoşlanır hale gelirsiniz bir süre sonra. O yüzden içinizdeki burukluğu büyütürken, onun bir hata olduğunu, bir eksiklik olduğunu bilerek büyütün. Eğer aklınızdan zerre kadar, "ya aslında............" diye başlayan cümleler geliyorsa, geçmiş olsun, kaybettiniz demektir. İşte o zaman tam kesip atma zamanıdır. Çünkü hastalık yayılmış, kangren bütün uzvu sarmıştır.


.............

6 Eylül 2012 Perşembe

Tek Kişilik Oyun Saçmalamaca - 1

SAHNE - 1

(Kapkaranlık sahne... Slow bir müzik çalmaktadır...)

İNSAN : Şişşşşşşşştt....

(Müzik bir anda durur)

İNSAN : Niye geldiniz buraya? Bok mu var? Hayatınızda hiç kendine kendine konuşan insan görmediniz mi? Yoldan geçerken kendi kendine konuşan bir insan gördüğünüzde kıçınızla bile dönüp bakmazken, siz biri çıksın da kendi kendine konuşsun diye para ödediniz. Tebrik ediyorum sizi... (Güler) Zaten hepinizin gözünde kazıklanmış olmanın mahcubiyeti var. Tabi... Bizim hesabımız öyledir. Tek başımıza taksiye bindiğimizde zarar ederiz ama 7 kişi minibüse binmek yerine taksiye bindiğimizde kar ettiğimizi düşünürüz değil mi? Siz de şu an tek kişilik bir oyuna gelerek bütün paranızı tek kişiye kaptırmış olmanın zararını hesaplıyorsunuz büyük ihtimal... Neyse daha çok konuşacağız...

(Yüksek sesle bağırır)

İNSAN: Devam et...

(Müzik tekrar devam eder. Perdeyle birlikte ışıklar açıldığında koca sahnede bir kötü masa ve bir sandalye görürüz. Müzik de yavaşça kesilir. Derken İNSAN yavaşça içeri girer ve kötü sandalyeye oturur)

İNSAN : Aslında bu oyunu yazıp yazmamakta kararsızdım. Yani sizi buraya boşu boşuna çağırmış oldum bir bakıma. Çünkü yazmakla yazmamak arasında gidip gelinirken yazılan şeyler genelde yazılmaya değer şeyler değildir. Yazmak öyle alelade bir olay olsaydı ben dünyanın en alelade insanı olurdum.

(Sessiz kalır bir süre, şaşkınlıkla seyircilere bakar)

İNSAN : Ne bakıyorsunuz? Ben bunları konuşuyorum ama aslında bunları yazmıştım. Yani o kadar sayfa yazı yazmama rağmen hala yazamadığımı düşünen biriyim demek istiyorum. Netice itibariyle benden adam olmaz. Hem yazamadığını iddia etmesine rağmen sayflarca yazı yazan hem de başka hiç işi yokmuş gibi yazdıklarını ezberleyen, bir de üstüne insanları çağırıp ezberlediklerini dinlesinler diye para isteyen biriyim ben.  Yani önünzdeki bir buçuk saat boyunca beceriksiz bir adamın boş konuşmalarını dinlemek isteyenler kalsın, istemeyenler çıkabilir, gişede iade edecekler paranızı...

(Bekler, kimse çıkmaz tabi...)

İNSAN : (Güler) Bundan sonra çişinizi yapmaya gitseniz bile kendime hakaret sayarım bilesiniz... Neyse... (Ayağa kalkar ve gezinmeye başlar) Şu an şurada size bir şeyler anlatabilmek benim için bir mucize biliyor musunuz? Çünkü ben küçükken çok gerizekalıydım. Valla... Ben daha bir adımın ve soyadımın olduğunu doğana kadar öğrenemedim. Doğduktan sonra birileri değişik, ama duya duya bana standart gelen seslerle beni çağırmaya başladıklarında öğrendim adımı. Ama belli bir yaşa kadar duyduklarımı tekrar edemiyordum maalesef. Niye olduğunu sormadan söyliyeyim, anatomim izin vermiyordu çünkü... Yani beni ilk kucağına alan çıtır hemşireye "Bebeğim, çok tatlısın" demek için çırpınıyordum ama ağzım hareket etmiyordu ki. Belki o zaman aklımdan geçen bu sapıkça düşünceyi söyleseydim ağzımı kapatırdınız "aaa ne ayıp" diye ama şimdi ben konuşayım diye para ödüyorsunuz. İçinizde hemşire olan var mı? Hazır konuşuyorken bastırılmuş duygularmı açığa çıkarayım diyorum. 30 yıldır tutuyorum kendimi, özelde hiç bir hemşireye bunu diyemedim, herkesin içinde diyerek doruğa ulaşmak istiyorum.

(Sahnedekileri süzer gülümseyerek)

İNSAN: Olsa da çıkmaz ki zaten bunu duyunca... Korkmayın sahneden inmem yasak zaten, bir şey yapamam. Ama sahneye gelmek serbest... İyi... Yokmuş hemşire... Çıkışta hepinizi takip ettireceğim biriniz hemşire çıkarsa .... Neyse... Dediğim gibi ben küçükken gerizekalıymışım. Yani annem öyle olduğumu söylerdi. Yemeğimi kendim yiyemez, sürekli altıma yapar ve geceleri hep ağlarmışım. Annem beni uyutmka için dizine yatırıp sallarmış arabesk şarkı söyleyerek. Annem de değişik bir insan. "Çocukta zaten bezelye kadar beyin var, bir de ben ninni söyleyip onu da eritmeyim, büyüyünce delikanlı olsun bari" diye arabesk şarkı söylermiş. O yüzden birisi ne zaman yanımda "Müslüm Gürses" dese uykum gelir benim.  Napiyim, annem öyle yetiştirmiş beni. Aslında bu gerizekalılık meselesi biraz da annemden kaynaklanıyor. Yanlış anlamayın, annem de gerizekalı demek istemiyorum. Annem çok zeki olduğu için beni gerizekalı zannetmiş. Düşünsene,  dünyanın en zeki kadınısın, hamilesin ve karnından sana benzer bir şey çıkıyor ama hareketleri sana hiç benzemiyor? Sürekli ağlıyor, altına yapıyor, senden çıkan bir sıvıyla besleniyor ve daha adını söyleyemiyor yahu! Bildiğin gerizekalı işte...

..............

(devamı gelir elbet, hatta gelmeli)

5 Eylül 2012 Çarşamba

Kısa Hikaye... Vol2

UYARI: Önce aşağıda yer alan "Kısa Hikaye Vol1" başlıklı yazıyı okumanız lazım. Hayır ben sizin için söylüyorum. Kitabın ortasından başlamayın. Yoksa banane canım... İstediğin yerden oku. Hiç umurumda değil.

*************

- Maalesef abla, bundan daha küçük ceket yok. Başka yerde de bulamazsınız zaten, bunlar standarttır. Diktirmeniz lazım...

- Anne bu çok büyük...

- Olsun oğlum.. Aaa, her sene ceket mi alacağız? Giyersin 3 sene nolcak ki?

....

Kravat takarak büyük adam olacağını zanneden XXX'in çilesi devam ediyordu. Kravatın yanında, daha doğrusu kravatın üstüne bir de ceket giymesi gerektiğini unutmuştu. Ya da işine gelmiyordu. Kravatı takınca sıkıntı yoktu. Ama annesinin kendisine işkence edercesine aldığı ceket üzerinde emanet gibi duruyor, onu olduğundan daha küçük gösteriyordu. Boy aynalarının önünden dahi geçmek istemiyordu o haliyle... Hele o kılıkla okula gitme fikri midesine kramplar girdiriyordu adeta. Düşünsenize... Sınıfın en güzel kızı onu o kıyafetle görünce kimbilir onunla nasıl dalga geçecekti?

Utana sıkıla gittiği okulun ilk günü onu biraz rahatlatmıştı. Aslında hem korktuğu hem de sevindiği bir gündü, çünkü o gün deprem olmuş ve okullar ikinci bir emre kadar kapatılmıştı. Anne ve babası hiç bir bedensel gelişme göstermeyen ve halk diliyle büyümeyen çocuklarını doktora götürme kararı verdiler fırsattan istifade. XXX oflaya poflaya girdi doktorun kapısından... Doktor'un ilk cümlesi zaten her şeyi özetlemişti:

- Sen ortaokula mı gidiyorsun? (Sahra çölünde penguen besleyen eski mo gibi şaşkın bir ifadeyle)

Eve dönerken babası arabayı lisenin önündeki spor salonunda durdurdu. Gitti, XXX'i basketbol kulübüne yazdırdı. Bu onun için müthiş bir gelişmeydi. Boyu uzayacaktı çünkü... O günden sonra kendini basketbola verdi. Bütün hayatı, efsanesi, her şeyi top ve potadan ibaretti. Sabahları 5 te kalkarak dışarılarda antreman yapıyor ve sabahın 7 sinde evlerin arasında basket oynayan ve topu sürekli "DAN DAN" diye yere vuran bu çocuğa bütün site nefret kusuyordu.

Özgüveni artmıştı. Okulda da, bütün öğrencilerin gözleri önünde şov yapıyor ve takdir alıyordu. Üstelik dersleri de hala süperdi. Kendisi de anlayamıyordu zaten bu durumu. Çalışmıyordu çünkü.

Ama bir sene sonra işler ters gitmeye başladı. Çünkü artık sadece basketbol oynuyor ve kitap okuyordu. Soyadı YAHŞİ olan VAHŞİ matematik öğretmeninden yediği (hayatında öğretmenlerden yediği ilk dayaktı) dayak yüzünden hesap makinası görmeye bile tahammülü kalmamıştı. Karneye zayıflar gelmeye başladı. Zaten basketbolcu olma girişimi ablasının "Benim kardeşim Türkçe Öğretmeni olacak değil mi?" sözüyle yavaş yavaş sönmeye başlıyordu.

Orta sona başlarken babası onu kulüpten aldı. Koçu defalarca babasını dükkanında ziyaret ederek, "Abi yanlış yapıyorsun... Bu çocuk bu kabiliyetle seni padişah eder... Ziyan olacak çocuk... Yapma" dese de fayda etmedi. Takım arkadaşının maçlarını televizyonlardan izlemeye başladı gözyaşları içinde.

Yapacak bir şey yoktu...

Zaten boyu da sadece 3 cm uzayabildi. O da hüsranla sonuçlanmıştı.

Orta sona başlarken Türkçe defterinin ilk sayfasını açtı ve kırmızı kurşun kalemle yazdı....

"XXXX YYYY, Türk Dili ve Edebiyat Öğretmeni"


Orta sona geldiğinde duygusal açıdan da sıkıntılı günlerdeydi. Sınıfın o en güzel kızı onun en yakın arkadaşına "XXX'in eğer boyu uzun olsaydı onunla sevgili olurdum" dedi... Ama o aynada, güzel boşnak kızının kriterlerine layık olamadığını gördü ve sessizce başını önüne eğdi. "Olsun... Vardır bi hikmet" diyebildi sadece... Hemen ön sırasında oturan ve bütün sene kopyalarla beslediği Aslı da okulun son gününde, "XXX, sen çok iyi bir insansın ama çok küçük gösteriyorsun, senle çıkmak istedim ama yapamadım" diyordu. O da Aslı'nın defterine gizlice "Olsun, ben alıştım... Ama yine de Dont forget me Aslı" yazdı. Nedense de sınıfın en çirkin ve ezik kızlarının bakışları bundaydı.

Gerçekten de alışıyordu bu duruma... Dersine her yeni gelen öğretmenin ve onu ilk defa gören öğretmenlerin tepkisi belliydi:

- Sen! Kalk bakayım ayağa? Sen bu sınıfta olduğuna emin misin? Ortaokula mı gidiyorsun sen?

Sınıfın kahkahaları eşliğinde mahzun mahzun yerine oturuyordu. Ama eskisi kadar da dert etmiyordu. Ya dert etmemeye alışmıştı, ya da içine atıyordu ve içine attığından haberi yoktu.

(Vol 3 bile var)

....

4 Eylül 2012 Salı

Kayıptan Sesler

Sesler gerçekten kayıptan yahut kayıplardan gelmeye başladı...

Sesin kayba dönüşüp kayıplardan gelmesinin iki sebebi olabilir;

1-) Boş ve dipsiz bir kuyuya haykırırcasına ve sonucunu katre katre ümit ederek bağırmışsındır ama bir halta yaramamıştır; onun yankıları geliyordur...

2-) Ya da bilinçaltında oluşan "iç sesler" zamansız ve moralsiz bir "dış ses" hegemonyasına maruz kalmıştır, aslında duydukların iç sestir...

Bazen ikisi de aynı anda tecelli edebilir. O zaman da iç sesler dışa, dış sesler kayba dönüşür. Sen yine boğazını yırttığınla kalırsın. Çünkü ses dalgalarını yönlendirdiğin şey bir duvara, ya da değersiz bir madene dönüşmüş olabilir.

Yapacak hiçbir şey yoktur. Eline balyoz alıp duvarı kırmaya çalışırsan balyoz geri teper.

En iyisi hiçbir şey olmamış gibi yaşamaktır, hayatına değersizlik katan ne varsa hepsini içine atıp, yine değerli yönlerden istifade etmektir.

Yoksa...

Mustafa Kutlu'nun dediği gibi...

Ya tahammül, ya sefer...

3 Eylül 2012 Pazartesi

Kısa Hikaye... Vol.1

UYARI: Aşağıya yazı diye yazılmış harfler bütünü ya da sanki başyapıtmış gibi anlatılmış cümleler ve olaylar yumağı, tamamen hayal ürünü değildir. İçinde su katılmamış gerçekler olduğu gibi, rezil edilmiş ve parçalanmış hayaller de vardır. Bazen hangisinin gerçek hangisinin hayal olduğunu karıştırabilirsiniz. Olsun... Ben de çözemedim henüz... Sıkıntı yok... Sıkıldığınız yerde okumayı bırakıp, gidip bir yerlerde çay içebilirsiniz...

*******************

Yıl xxx...  Aylardan Ağustos... Bir zamanlar İstanbul'da doğan her çocuğun doğduğu hastanede doğdu o da. Eğer aklı erseydi bu kadar klasik bir denklemin içinde bulunmak istemezdi şüphesiz. Düşünsene... Halk Ekmek Kuyruğunda bekleyen onlarca insandan birisin. Ya da aynı hastanede doğmuş 1000 lerce çocuktan birisin. Belki de her şey, herkesin doğduğu hastanede doğmasından kaynaklanıyordur. Ama eğer herkes orada doğduysa, orada doğan herkes aynı kaderi yaşamalıdır. Yanlış tabi ki... Ne alakası var? Ama "Nerede doğdun?" dediklerinde gururlanarak kimsenin adını duymadığı ve belki o doğduktan bir sene sonra kapanmış ve bir daha dünyanın hiçbir yerinde hiçbir şubesi açılmamış bir hastane ismi vermeyi çok isterdi...

Ama aklı ermiyordu işte...

Belki de tarihinin en talihli dönemini bebeklik zamanında yaşadı. Çünkü sülalede yaşayan bütün bebeklerin aksine çok sağlıklı doğmuştu ve hiç ağlamıyordu. Türkiye'nin dört bir yanından akrabaların hepsi tekrar tekrar hem anne hem baba tarafından sülalenin bu en küçük üyesini görmeye geliyorlardı. O ise her şeyden habersiz kendisine çevrilmiş ve kucaktan kucağa gezerken bir yandan da anlamsız sevgi sözcüklerine maruz kalıyordu.

Okul çağına kadar geçirdiği dönem onun belki de en kaliteli dönemiydi. Babasının eve her ay getirdiği TÜRKİYE ÇOCUK dergisine bayılıyordu. Orada yer alan karikatürleri dikkatle inceliyor ve yazılarını okuyamadığı halde kafasından hikayeler uydurarak onları seslendirmeye, farklı amaçlarla çizilmiş farklı öyküleri özgürce bambaşka bir boyuta taşıyordu. Renkli olanlarını kendi seslendiriyor, renksiz olanları ise mutaftaktan aşırdığı büyük yoğurt kovasına koyduğu renkli boya kalemleriyle boyuyordu. Tek kuralı vardı ve beraber boyama yaptığı arkadaşlarına kızarak haykırıyordu bu konuda: DIŞINA TAŞIRMA... Her şey mükemmel olmalıydı.

Ailede kim akıl ettiyse, birileri ona kutu kutu lego getirdi. Günlerce hiç dışarı çıkmadan legolardan şehirler kurdu, oyunlar planladı ve hiç kimseye çaktırmadan, çatmadan sessizce kendi kendine oynadı. Sülale şoktaydı. Çünkü bu kadar uslu ve uysal bir çocuk görmemişlerdi. Herkesin ilgi odağıydı. Akraba toplantılarında bunalıyordu adeta. O bir an önce legolarına dönmek ve saatlerce yeni evler planlamak istiyordu. Arada küçük abuklukları oluyordu elbet. Mesela ayakkabı boyasını alıp beyaz duvarları  öbek öbek boyamak ve gömme dolabın içindeki duvara T.Ç dergisinde gördüğü karikatürleri çizmek gibi...

Bu yaramazlıklar yüzünden babasından şiddetli dayaklar yedi... Ardından babası kıyamayıp gönlünü alıyor ve arabayla gezmeye çıkarıyordu ama o bunları hep içine atmakla meşguldu. Yine de babasını çok seviyor ve onun gözüne farklı bakıyordu.

O zamana kadar arkadaşlarıyla çok iyi geçiniyordu. Hiçbir sıkıntısı yoktu.

Her şey okul açıldığında berbat olacaktı....

Derken okul açıldı.

İlk gün...

Sessiz, sedasız annesinin yanında oturuyordu. Diğer çocuklardan ağlayanlar, sızlayanlar... Hepsine şaşkın şaşkın bakıyordu. Neden ağladıklarını bir türlü çözemedi... Sadece öğretmeninin ona gösterdiği "her satıra bir sürü dik çizgi" ödevini eksiksiz yapma peşindeydi. Neticede öğretmen en güzel ödev olarak onun ödevini seçti. Çok mutluydu... Havasından geçilmiyordu.

Bir hafta boyunca bütün ödevlerde hep birinci oldu. Ama sıra boy sırası ve oturma planına geldiğinde işler değişti. Hayal kırıklıklarının ya da gönül kırıklıklarının ilkini ve en büyüğünü burada yaşadı.

Öğretmen, oturma planı yapacaktı ve herkesi boy sırasına dizmesi gerekiyordu. Boy sırası yapıldığında o en öndeydi.. Çünkü boyu çok kısaydı ve çok küçüktü. Ondan bir uzun boylu olan arkadaşıyla arasında bile müthiş fark vardı. Bu tablo karşısında öğretmeni kahkahayı bastı ve bir isim buldu ona: "Küçük XXX"

İşte buna çok bozulmuştu. En ön sıraya oturdu. Bütün arkadaşları onunla dalga geçmeye başladı. Öğretmen boy sırasını grafik haline getirip sınıfın panosuna asmıştı. Grafiğe 40 metre uzaktan bakınca bile onun boyu belli oluyordu. En koyu renklisi ve en başta olanı... Yani en küçük olanı...

Bir sene boyunca arkadaşları dalga geçti onunla... O da sadece dalga geçmelere yüzünü astı geçti. Onlara farklı kulvarda cevap verme arayışına girdi. Okumayı ilk o söktü sınıfta. Herkesten güzel ve hızlı okuyordu.

Ama diğer konularda çok şanssızdı...

Bir kere okulun tuvaletine kesinlikle gidemiyordu. Çünkü orada çok büyük ve adama benzeyen ortaokul abiler vardı. Tuvalette kavgalar edip sigara içiyorlardı. Boyları da çok uzundu. Bir kere tuvalete gitme teşebbüsü sırık boylu bir ortaokullunun yolunu kesmesi ve ona "Yasak, git başka yere işe" demesiyle son bulmuştu. O da gün boyu tutuyordu kendini... Ama evi çok uzaktı. Servisle tam 1 saat sürüyordu gidip gelmesi...  Serviste dayanabildiği kadar dayanıyor, dayanamadığı yerde kendini salıveriyordu servisin deri koltuklarına :) Sonra da ağlayarak iniyordu servisten... Annesi ıslak pantolonunu görmesin ve yine onu azarlamasın diye dışarıda oynuyormuş gibi yapıp pantolunun kurumasını bekliyor, kendince annesini kandırmış oluyordu.

Yine bir gün...

Okul servisinin freni 450 Konutlar diye bir yerin muazzam yokuşunda patlayıverdi. Yokuş aşağı 80 km hızla duvara çarparak durabildi ancak. Ayağı kırılanlar, kaşı patlayanlar, dişi çıkanlar, kulağı kanayanlar... Korkunç bir manzara... Kendisinde sadece bir çizik... Ama o da tam alnında...

O günden sonra okula gitmek istemedi uzun bir süre... Her şeyden soğudu... Henüz birinci sınıftaydı... Annesinin, babasının ve öğretmeninin zoruyla ikna edildi. Eski servis kaza yaptığı için o tamir edilene kadar idareten bir minibüs bulmuşlardı. Kırık dökük bir külüstür... Daha ilk gün, zorla ikna edilerek gittiği okulun dönüşünde servisin motoru patladı ve yolda kaldılar... Herkesin ailesine haber verildi ve aileler gelip çocuklarını aldılar. İkinci bir travma daha... Bu olaydan sonraki okula gitmeme inadı tam 2 hafta sürdü... Birisi yanında okul dediği an hızla yerinden fırlıyor ve okul lafı edeni tekmeliyordu.

2.haftadan sonra okula gittiğinde değişik bir havaya bürünmüştü. Sesi pısı çıkmıyor, kimseyle konuşmuyor ve teneffüslere çıkmak dahi istemiyordu. O günlerden birinin sonunda ve en kötü ihtimal olan son dersin matematik olduğu bir günde öğretmeni tahtaya bir matematik sorusu yazdı. Herkes harıl harıl çözerken o günler önce yaptığı kazayı ve legolarını düşünüyordu. Defterinde çözülmeyi bekleyen problemin çözüm kısmını karaladı ve sertçe defteri kapattı. Çözmek istemiyordu. Öğretmenine seslendi:

- Öğretmenim problemi çözdüm, küçük kitaplarımı okuyabilir miyim?

- Getir bakiyim defterini...

Dank! Titreye titreye yerinden kalktı ve öğretmenine yine titreyen ellerle defteri uzattı. Öğretmen çözüm kısmının boş olduğunu görünce sanki bütün sınıf anlaşmış gibi bir anda o tatlı uğultuyu kesti ve sınıf sessizliğe büründü. Bütün gözler onun üzerindeydi artık. Sanki salon kararmış ve sahne aydınlıktı. Işıkları kapatılmış bir stadyumun orta yuvarlağındaydı tek başına...

- XXX... Niye yalan söylüyorsun? Yapmamışsın ödevini...

Hiçbir şey diyemedi... Sadece öğretmeni vurduğunda acımasın diye elleriyle yanaklarını kapattı. Sınıfın en çalışkanı olmasına rağmen en tembel öğrencinin bile çözdüğü bir sınıfta, en tembel öğrencinin alay dolu bakışlarına maruz kalmak titretiyordu her yerini. Öğretmeni vurmadı. Ama ne kadar kötü söz varsa hepsini söyledi. Defterini aldı ve yerine oturdu.

Bir kaç sene boyunca hiç tahtaya kalkmadı kendi isteğiyle... Derslerde hiç parmak kaldırmıyor ama bütün yazılılardan 5 alıyordu. Bazen bütün sınıfın apışıp kaldığı sorularda öğretmen köşesinde sessiz sedasız oturan XXX'e bakıyor ve "XXX, kalk çöz bakiyim" diyor o da ayağını sürüye sürüye gelip 1 dakikada soruyu çözüp yerine oturuyordu. Öğretmen matematik anlatırken o aşağıda teyzesinin doğum günü hediyesi olarak aldığı kitap setinden kitaplar okuyordu gizlice...

Peşinden müthiş bir hastalık...

Bademcikleri artık iltihap kaplamıştı. Kanındaki iltihap oranı (ASO) normal sınırı tam 15 kat geçmişti. Romatizma başgösterdi. Ayakları tutmuyordu. Doktor bir sene boyunca her on günde bir iğne yazmıştı. İğne günü geldiğinde artık romatizma ağrıları tavan yapıyor iğneye götürmek için gelecek babasını evde yere oturarak bekliyordu. Babanın işi olduğu zaman da annesi hiç üşenmeden XXX'i sırtına alıyor sağlık ocağına götürüyordu.

İş ameliyatla son buldu...

Henüz 8 yaşında iken bademcikleri alındı. Sancılı bir ameliyat sürecinin ardından tekrar okula döndüğünde kendini yabancı bir ülkede gibi hissetti.. İyice soğumuştu artık...

Okul bir an önce bitsin diye dua ediyordu, son dersin son zili çaldığında sevinçten havalara uçarak servise dönüyor ve arkadaşlarıyla eğleniyordu. Okul onun için geçiştirilmesi gereken bir hadise halini almıştı. Bir an önce bitmeli ve legolardan yeni şekiller tasarlamalı ya da daha iyi nasıl frikik atılır onun tespitlerini yapmalıydı. Ya da teyze hediyesi olan kitap seti bitirilmeliydi. Bunun gibi 5-6 set daha lazımdı. Sırf bunun için teyzesinin eteğine yapışıp onu kırtasiye kırtasiye gezdirip kitap aradı. Kadın tükendi ama küçücük bedeniyle "daha yeni başlıyoruz" dercesine onda en ufak bir yorgunluk belirtisi yoktu. Kucak dolusu kitapla eve döndüğünde babası ona şu cümleyi kullandı:

- Oğlum psikopat mısın lan? Kitap mı satıcan nabıcan?

Kitaplı günler başlıyordu artık... Legolar ve futbol yerini yavaş yavaş kitaplara bıraktı. Mahalle arkadaşları hergün kapıyı aşındırıyorlar ama ödevim var diyip hepsini geri yolluyor ve kitap okumaya devam ediyordu.

Kitaplı günler bir süre devam etti...

Peşinden uykusuz günler... Gece 1 de yatıyor ve sabah 6 da kalkıyordu. Üstelik gün içinde hiç de uykusu gelmiyordu. Annesi durumdan şüphelenerek doktora götürdü. Doktor bana "Bak uyumazsan sana iğne yaparım" diyor ama annesini bir kenara çekip fısır fısır bir şeyler anlatıyordu. O fısıldaşmalarda neler konuşulduğunu hiç öğrenemedi zaten... Ama herhalde iyi bir şeydi...

************

Bir kaç sene sonra, yani 4.sınıfa geldiğinde kendisinde hiçbir bedensel değişikliğin olmadığını farketti. Onu 4.sınıfların olduğu kata giderken gören nöbetçi öğretmenlerden hep azar işitiyordu:

- Oğluuum... Birinci sınıflar orda değil... Nereye???

Bu çöküntüye gidecek olaylar silsilesinin ilk parçasıydı. Üstelik bir de aşk belası sarmıştı başına... Sınıfın en güzel kızına aşık olmuştu her erkek çocuğu gibi. Ama kız boşnaktı ve genetiği öyle emrettiği için XXX'ten tam 3 kat iri ve uzun boyluydu. XXX kıza hayran hayran bakıyor ama kız gelip onun çocuk sever gibi yanaklarını sıkıyordu. Onunla sürekli konuşma isteği kendisini biraz açmasına vesile oldu. Sınıfta artık kendini daha rahat hissediyor, küçük bedenin dert etmiyormuş gibi görünüyor ve Küçük XXX artık kabuğundan yavaş yavaş çıkıyordu. Derslere katılma, yazılılardan hep yüz alma da eklenince sınıfın bir anda popüleri haline geldi. Peşinden çocuksu kıskançlık tripleri...

Kavga...

Sıra arkadaşıyla tartıştı. Çocuk kendisinden 2 kat büyüktü. Ama televizyonlarda görmüştü. Kavga edecekti. 3.teneffüs okulun arka bahçesini rezerve ettiler kavga için... İkisi de emin adımlarla oraya doğru yürüdü ve daldılar birbirlerine... Bir güzel dayak yedi... Üstüne bir hafta bütün sınıfın alay konusu oldu. Tekrar eksiye düşme ve kabuğuna çekilme günleri başlamıştı. Artık kimseye bir şey diyemiyordu. Çünkü dese, kavga edecek gücü ve kuvveti yoktu. Sınıftaki kızlardan bile dayak yemeye başladı. Kimseye sesini çıkarmadığı için sıra arkadaşı bunu ezmeye ve zulmetmeye başlamıştı. Artık dayanacak gücü yoktu. Babasına şikayet ettiğine de pişman oldu zaten. Çünkü babası resmen okulu dağıttı. Olaylar çıktı, aileler birbirine girdi. Bütün bunlara sebebiyet vermek artık bütün sinirlerini boşandırmıştı. Sınıfın en güçlü çocuğu attığı tek bakışla elinden bisküviyi alıyor ve yiyordu. Ona da çıt çıkarmadan tahammül etmek kalıyordu. Sabırsızlıkla ortaokulu, yani kravat takacağı, yani büyük adam olacağı günü beklemeye başladı...

Çünkü kravat takınca boyunun uzayacağını ve adam olacağını belki kavgalarda dayak yiyen değil atan taraf olacağını düşünüyordu.

5.sınıfın müsamere hazırlıklarına etkili bir giriş yaptı. 4 arkadaşıyla beraber ATHENA grubunun bir şarkısını sahnede canlandıracaklar ve Yılmaz Erdoğan'ın "Haybeden Gerçeküstü Konuşmalar" kitabından kendi yaşlarına göre uyarlanmış bir bölümü, o çok sevdiği, sınıfın en güzel kızıyla oynayacaklardı.

Hepsinin de üstesinden hakkıyla geldi...

Artık kravat takma ve açılma zamanı gelmişti...

Her şey tıkırındaydı...

Bir husus hariç...

******

(devamı gelecek)

2 Eylül 2012 Pazar

Hangisi Daha Acılıydı?


"Konuşmaların gitgide etkisiz kalmasını artık büyük bir tepkisizlikle kabul ediyorum. Tüm kelimeler ağızdan çıkmak için sıralar halinde diziliyorlar ve ben sinirli bir hademe edasıyla "dağılın" diye böğürüyorum. 

Gecenin bir vakti -hangi vakit kim bilir- uyanıp karşımdaki koca kitaplığa gözlerimi dikip içimden kendime sövmelerimi, sonra o küfürleri tekrar içime sokmaya çalışmalarımı şükür kimse duymuyor. Uyku, kendisine aşık olunduğunu bilen kibirli bir sevgili tavrı takınıp öyle nazlı geliyor ki, geldiğinde aşk maşk dinlemeyip iki tokat yapıştırasım geliyor. 

Bazen adını koyamadığım Allahın belası o yeri, adını bilmediğim Allahın belasını öyle çok özlüyorum ki, özlem bir kelime olarak anlamını yitiriyor. Sığınaklarım, kitaplarım öyle anlarda bitiyor ki hırsımdan hangi sandalyeyi parçalasam diye etrafı tararken yorgun düşüyorum, düşümde sandalyelerden düşüyorum. 

Çoğu zaman o sarışın mavi gözlü Türkçe öğretmenime aşık olduğumu sandığım zamanlara dönmek istiyorum. Sonra hala bekar olup olmadığını düşünürken buluyorum da kendimi şaşırmıyorum. Artık o kadar çok saçmalıyorum ki kimse şaşırmıyor. 

Issızlığın ortasında çığlıklar atıyorum. Delirip delirmediğimi soruyorlar, hiç utanmadan bir de soruyorlar. 

Özümde iyi bir insanım. Özür dilerim."

kaynak: kayipruhlukediler.blogspot.com