3 Eylül 2012 Pazartesi

Kısa Hikaye... Vol.1

UYARI: Aşağıya yazı diye yazılmış harfler bütünü ya da sanki başyapıtmış gibi anlatılmış cümleler ve olaylar yumağı, tamamen hayal ürünü değildir. İçinde su katılmamış gerçekler olduğu gibi, rezil edilmiş ve parçalanmış hayaller de vardır. Bazen hangisinin gerçek hangisinin hayal olduğunu karıştırabilirsiniz. Olsun... Ben de çözemedim henüz... Sıkıntı yok... Sıkıldığınız yerde okumayı bırakıp, gidip bir yerlerde çay içebilirsiniz...

*******************

Yıl xxx...  Aylardan Ağustos... Bir zamanlar İstanbul'da doğan her çocuğun doğduğu hastanede doğdu o da. Eğer aklı erseydi bu kadar klasik bir denklemin içinde bulunmak istemezdi şüphesiz. Düşünsene... Halk Ekmek Kuyruğunda bekleyen onlarca insandan birisin. Ya da aynı hastanede doğmuş 1000 lerce çocuktan birisin. Belki de her şey, herkesin doğduğu hastanede doğmasından kaynaklanıyordur. Ama eğer herkes orada doğduysa, orada doğan herkes aynı kaderi yaşamalıdır. Yanlış tabi ki... Ne alakası var? Ama "Nerede doğdun?" dediklerinde gururlanarak kimsenin adını duymadığı ve belki o doğduktan bir sene sonra kapanmış ve bir daha dünyanın hiçbir yerinde hiçbir şubesi açılmamış bir hastane ismi vermeyi çok isterdi...

Ama aklı ermiyordu işte...

Belki de tarihinin en talihli dönemini bebeklik zamanında yaşadı. Çünkü sülalede yaşayan bütün bebeklerin aksine çok sağlıklı doğmuştu ve hiç ağlamıyordu. Türkiye'nin dört bir yanından akrabaların hepsi tekrar tekrar hem anne hem baba tarafından sülalenin bu en küçük üyesini görmeye geliyorlardı. O ise her şeyden habersiz kendisine çevrilmiş ve kucaktan kucağa gezerken bir yandan da anlamsız sevgi sözcüklerine maruz kalıyordu.

Okul çağına kadar geçirdiği dönem onun belki de en kaliteli dönemiydi. Babasının eve her ay getirdiği TÜRKİYE ÇOCUK dergisine bayılıyordu. Orada yer alan karikatürleri dikkatle inceliyor ve yazılarını okuyamadığı halde kafasından hikayeler uydurarak onları seslendirmeye, farklı amaçlarla çizilmiş farklı öyküleri özgürce bambaşka bir boyuta taşıyordu. Renkli olanlarını kendi seslendiriyor, renksiz olanları ise mutaftaktan aşırdığı büyük yoğurt kovasına koyduğu renkli boya kalemleriyle boyuyordu. Tek kuralı vardı ve beraber boyama yaptığı arkadaşlarına kızarak haykırıyordu bu konuda: DIŞINA TAŞIRMA... Her şey mükemmel olmalıydı.

Ailede kim akıl ettiyse, birileri ona kutu kutu lego getirdi. Günlerce hiç dışarı çıkmadan legolardan şehirler kurdu, oyunlar planladı ve hiç kimseye çaktırmadan, çatmadan sessizce kendi kendine oynadı. Sülale şoktaydı. Çünkü bu kadar uslu ve uysal bir çocuk görmemişlerdi. Herkesin ilgi odağıydı. Akraba toplantılarında bunalıyordu adeta. O bir an önce legolarına dönmek ve saatlerce yeni evler planlamak istiyordu. Arada küçük abuklukları oluyordu elbet. Mesela ayakkabı boyasını alıp beyaz duvarları  öbek öbek boyamak ve gömme dolabın içindeki duvara T.Ç dergisinde gördüğü karikatürleri çizmek gibi...

Bu yaramazlıklar yüzünden babasından şiddetli dayaklar yedi... Ardından babası kıyamayıp gönlünü alıyor ve arabayla gezmeye çıkarıyordu ama o bunları hep içine atmakla meşguldu. Yine de babasını çok seviyor ve onun gözüne farklı bakıyordu.

O zamana kadar arkadaşlarıyla çok iyi geçiniyordu. Hiçbir sıkıntısı yoktu.

Her şey okul açıldığında berbat olacaktı....

Derken okul açıldı.

İlk gün...

Sessiz, sedasız annesinin yanında oturuyordu. Diğer çocuklardan ağlayanlar, sızlayanlar... Hepsine şaşkın şaşkın bakıyordu. Neden ağladıklarını bir türlü çözemedi... Sadece öğretmeninin ona gösterdiği "her satıra bir sürü dik çizgi" ödevini eksiksiz yapma peşindeydi. Neticede öğretmen en güzel ödev olarak onun ödevini seçti. Çok mutluydu... Havasından geçilmiyordu.

Bir hafta boyunca bütün ödevlerde hep birinci oldu. Ama sıra boy sırası ve oturma planına geldiğinde işler değişti. Hayal kırıklıklarının ya da gönül kırıklıklarının ilkini ve en büyüğünü burada yaşadı.

Öğretmen, oturma planı yapacaktı ve herkesi boy sırasına dizmesi gerekiyordu. Boy sırası yapıldığında o en öndeydi.. Çünkü boyu çok kısaydı ve çok küçüktü. Ondan bir uzun boylu olan arkadaşıyla arasında bile müthiş fark vardı. Bu tablo karşısında öğretmeni kahkahayı bastı ve bir isim buldu ona: "Küçük XXX"

İşte buna çok bozulmuştu. En ön sıraya oturdu. Bütün arkadaşları onunla dalga geçmeye başladı. Öğretmen boy sırasını grafik haline getirip sınıfın panosuna asmıştı. Grafiğe 40 metre uzaktan bakınca bile onun boyu belli oluyordu. En koyu renklisi ve en başta olanı... Yani en küçük olanı...

Bir sene boyunca arkadaşları dalga geçti onunla... O da sadece dalga geçmelere yüzünü astı geçti. Onlara farklı kulvarda cevap verme arayışına girdi. Okumayı ilk o söktü sınıfta. Herkesten güzel ve hızlı okuyordu.

Ama diğer konularda çok şanssızdı...

Bir kere okulun tuvaletine kesinlikle gidemiyordu. Çünkü orada çok büyük ve adama benzeyen ortaokul abiler vardı. Tuvalette kavgalar edip sigara içiyorlardı. Boyları da çok uzundu. Bir kere tuvalete gitme teşebbüsü sırık boylu bir ortaokullunun yolunu kesmesi ve ona "Yasak, git başka yere işe" demesiyle son bulmuştu. O da gün boyu tutuyordu kendini... Ama evi çok uzaktı. Servisle tam 1 saat sürüyordu gidip gelmesi...  Serviste dayanabildiği kadar dayanıyor, dayanamadığı yerde kendini salıveriyordu servisin deri koltuklarına :) Sonra da ağlayarak iniyordu servisten... Annesi ıslak pantolonunu görmesin ve yine onu azarlamasın diye dışarıda oynuyormuş gibi yapıp pantolunun kurumasını bekliyor, kendince annesini kandırmış oluyordu.

Yine bir gün...

Okul servisinin freni 450 Konutlar diye bir yerin muazzam yokuşunda patlayıverdi. Yokuş aşağı 80 km hızla duvara çarparak durabildi ancak. Ayağı kırılanlar, kaşı patlayanlar, dişi çıkanlar, kulağı kanayanlar... Korkunç bir manzara... Kendisinde sadece bir çizik... Ama o da tam alnında...

O günden sonra okula gitmek istemedi uzun bir süre... Her şeyden soğudu... Henüz birinci sınıftaydı... Annesinin, babasının ve öğretmeninin zoruyla ikna edildi. Eski servis kaza yaptığı için o tamir edilene kadar idareten bir minibüs bulmuşlardı. Kırık dökük bir külüstür... Daha ilk gün, zorla ikna edilerek gittiği okulun dönüşünde servisin motoru patladı ve yolda kaldılar... Herkesin ailesine haber verildi ve aileler gelip çocuklarını aldılar. İkinci bir travma daha... Bu olaydan sonraki okula gitmeme inadı tam 2 hafta sürdü... Birisi yanında okul dediği an hızla yerinden fırlıyor ve okul lafı edeni tekmeliyordu.

2.haftadan sonra okula gittiğinde değişik bir havaya bürünmüştü. Sesi pısı çıkmıyor, kimseyle konuşmuyor ve teneffüslere çıkmak dahi istemiyordu. O günlerden birinin sonunda ve en kötü ihtimal olan son dersin matematik olduğu bir günde öğretmeni tahtaya bir matematik sorusu yazdı. Herkes harıl harıl çözerken o günler önce yaptığı kazayı ve legolarını düşünüyordu. Defterinde çözülmeyi bekleyen problemin çözüm kısmını karaladı ve sertçe defteri kapattı. Çözmek istemiyordu. Öğretmenine seslendi:

- Öğretmenim problemi çözdüm, küçük kitaplarımı okuyabilir miyim?

- Getir bakiyim defterini...

Dank! Titreye titreye yerinden kalktı ve öğretmenine yine titreyen ellerle defteri uzattı. Öğretmen çözüm kısmının boş olduğunu görünce sanki bütün sınıf anlaşmış gibi bir anda o tatlı uğultuyu kesti ve sınıf sessizliğe büründü. Bütün gözler onun üzerindeydi artık. Sanki salon kararmış ve sahne aydınlıktı. Işıkları kapatılmış bir stadyumun orta yuvarlağındaydı tek başına...

- XXX... Niye yalan söylüyorsun? Yapmamışsın ödevini...

Hiçbir şey diyemedi... Sadece öğretmeni vurduğunda acımasın diye elleriyle yanaklarını kapattı. Sınıfın en çalışkanı olmasına rağmen en tembel öğrencinin bile çözdüğü bir sınıfta, en tembel öğrencinin alay dolu bakışlarına maruz kalmak titretiyordu her yerini. Öğretmeni vurmadı. Ama ne kadar kötü söz varsa hepsini söyledi. Defterini aldı ve yerine oturdu.

Bir kaç sene boyunca hiç tahtaya kalkmadı kendi isteğiyle... Derslerde hiç parmak kaldırmıyor ama bütün yazılılardan 5 alıyordu. Bazen bütün sınıfın apışıp kaldığı sorularda öğretmen köşesinde sessiz sedasız oturan XXX'e bakıyor ve "XXX, kalk çöz bakiyim" diyor o da ayağını sürüye sürüye gelip 1 dakikada soruyu çözüp yerine oturuyordu. Öğretmen matematik anlatırken o aşağıda teyzesinin doğum günü hediyesi olarak aldığı kitap setinden kitaplar okuyordu gizlice...

Peşinden müthiş bir hastalık...

Bademcikleri artık iltihap kaplamıştı. Kanındaki iltihap oranı (ASO) normal sınırı tam 15 kat geçmişti. Romatizma başgösterdi. Ayakları tutmuyordu. Doktor bir sene boyunca her on günde bir iğne yazmıştı. İğne günü geldiğinde artık romatizma ağrıları tavan yapıyor iğneye götürmek için gelecek babasını evde yere oturarak bekliyordu. Babanın işi olduğu zaman da annesi hiç üşenmeden XXX'i sırtına alıyor sağlık ocağına götürüyordu.

İş ameliyatla son buldu...

Henüz 8 yaşında iken bademcikleri alındı. Sancılı bir ameliyat sürecinin ardından tekrar okula döndüğünde kendini yabancı bir ülkede gibi hissetti.. İyice soğumuştu artık...

Okul bir an önce bitsin diye dua ediyordu, son dersin son zili çaldığında sevinçten havalara uçarak servise dönüyor ve arkadaşlarıyla eğleniyordu. Okul onun için geçiştirilmesi gereken bir hadise halini almıştı. Bir an önce bitmeli ve legolardan yeni şekiller tasarlamalı ya da daha iyi nasıl frikik atılır onun tespitlerini yapmalıydı. Ya da teyze hediyesi olan kitap seti bitirilmeliydi. Bunun gibi 5-6 set daha lazımdı. Sırf bunun için teyzesinin eteğine yapışıp onu kırtasiye kırtasiye gezdirip kitap aradı. Kadın tükendi ama küçücük bedeniyle "daha yeni başlıyoruz" dercesine onda en ufak bir yorgunluk belirtisi yoktu. Kucak dolusu kitapla eve döndüğünde babası ona şu cümleyi kullandı:

- Oğlum psikopat mısın lan? Kitap mı satıcan nabıcan?

Kitaplı günler başlıyordu artık... Legolar ve futbol yerini yavaş yavaş kitaplara bıraktı. Mahalle arkadaşları hergün kapıyı aşındırıyorlar ama ödevim var diyip hepsini geri yolluyor ve kitap okumaya devam ediyordu.

Kitaplı günler bir süre devam etti...

Peşinden uykusuz günler... Gece 1 de yatıyor ve sabah 6 da kalkıyordu. Üstelik gün içinde hiç de uykusu gelmiyordu. Annesi durumdan şüphelenerek doktora götürdü. Doktor bana "Bak uyumazsan sana iğne yaparım" diyor ama annesini bir kenara çekip fısır fısır bir şeyler anlatıyordu. O fısıldaşmalarda neler konuşulduğunu hiç öğrenemedi zaten... Ama herhalde iyi bir şeydi...

************

Bir kaç sene sonra, yani 4.sınıfa geldiğinde kendisinde hiçbir bedensel değişikliğin olmadığını farketti. Onu 4.sınıfların olduğu kata giderken gören nöbetçi öğretmenlerden hep azar işitiyordu:

- Oğluuum... Birinci sınıflar orda değil... Nereye???

Bu çöküntüye gidecek olaylar silsilesinin ilk parçasıydı. Üstelik bir de aşk belası sarmıştı başına... Sınıfın en güzel kızına aşık olmuştu her erkek çocuğu gibi. Ama kız boşnaktı ve genetiği öyle emrettiği için XXX'ten tam 3 kat iri ve uzun boyluydu. XXX kıza hayran hayran bakıyor ama kız gelip onun çocuk sever gibi yanaklarını sıkıyordu. Onunla sürekli konuşma isteği kendisini biraz açmasına vesile oldu. Sınıfta artık kendini daha rahat hissediyor, küçük bedenin dert etmiyormuş gibi görünüyor ve Küçük XXX artık kabuğundan yavaş yavaş çıkıyordu. Derslere katılma, yazılılardan hep yüz alma da eklenince sınıfın bir anda popüleri haline geldi. Peşinden çocuksu kıskançlık tripleri...

Kavga...

Sıra arkadaşıyla tartıştı. Çocuk kendisinden 2 kat büyüktü. Ama televizyonlarda görmüştü. Kavga edecekti. 3.teneffüs okulun arka bahçesini rezerve ettiler kavga için... İkisi de emin adımlarla oraya doğru yürüdü ve daldılar birbirlerine... Bir güzel dayak yedi... Üstüne bir hafta bütün sınıfın alay konusu oldu. Tekrar eksiye düşme ve kabuğuna çekilme günleri başlamıştı. Artık kimseye bir şey diyemiyordu. Çünkü dese, kavga edecek gücü ve kuvveti yoktu. Sınıftaki kızlardan bile dayak yemeye başladı. Kimseye sesini çıkarmadığı için sıra arkadaşı bunu ezmeye ve zulmetmeye başlamıştı. Artık dayanacak gücü yoktu. Babasına şikayet ettiğine de pişman oldu zaten. Çünkü babası resmen okulu dağıttı. Olaylar çıktı, aileler birbirine girdi. Bütün bunlara sebebiyet vermek artık bütün sinirlerini boşandırmıştı. Sınıfın en güçlü çocuğu attığı tek bakışla elinden bisküviyi alıyor ve yiyordu. Ona da çıt çıkarmadan tahammül etmek kalıyordu. Sabırsızlıkla ortaokulu, yani kravat takacağı, yani büyük adam olacağı günü beklemeye başladı...

Çünkü kravat takınca boyunun uzayacağını ve adam olacağını belki kavgalarda dayak yiyen değil atan taraf olacağını düşünüyordu.

5.sınıfın müsamere hazırlıklarına etkili bir giriş yaptı. 4 arkadaşıyla beraber ATHENA grubunun bir şarkısını sahnede canlandıracaklar ve Yılmaz Erdoğan'ın "Haybeden Gerçeküstü Konuşmalar" kitabından kendi yaşlarına göre uyarlanmış bir bölümü, o çok sevdiği, sınıfın en güzel kızıyla oynayacaklardı.

Hepsinin de üstesinden hakkıyla geldi...

Artık kravat takma ve açılma zamanı gelmişti...

Her şey tıkırındaydı...

Bir husus hariç...

******

(devamı gelecek)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder