24 Aralık 2011 Cumartesi

MELİHAT ABLA'DAN....

Bu kadının sesinde değişik bir şey var... Çözemedim bir türlü...

BURCU GÜNEŞ'E AÇIK MEKTUP

Sevgili Burcu...

Senden nefret ediyorum biliyorsun değil mi?

Aslında sana mektup yazmak suya yazı yazmak gibidir. Mektup insanlara yazılır çünkü... Ama sen "Oflaya Oflaya" şarkın ile insan olmadığını kanıtladın. Olsun... Ben yine de yazıyorum. Mürekkebin alkol gibi uçacağını bile bile...

Evet, başta söylediğim gibi... Senden tiksiniyorum ve hakkımı helal etmiyorum. Öylesine dokunaklı ve öylesine manidar sözleri olan bir şarkıyı inanılmaz bir duygu yoğunluğuyla seslendirerek, hatırlanmak istenmeyen hisleri gün yüzüne çıkarttığın için sevmiyorum seni...

İstersen beraber yorumlayalım...

"Senden sonra beni bir tek geceler anladı bir de sigaramın boynu bükük dumanı"

Evet... Onu benden başka anlayacak kimse yoktu dünyada... Belki kimse bunu bilmeyecek... Kendisi bile... Sigara içmediğim için "Boynu bükük duman" gibi dehşet muazzamlıkta bir terkibin tefsirini yapamayacağım ...

Kusura bakma Burcu...


"Senden sonra beni bir tek duvarlar anladı, bir de masadaki yazdığın o son yazı"

İnanıyorum ki duvarlar da onu anlayamamıştır. Duvarlar ki ayrılık sonrası yalnızlığın en büyük panzehiridir. Ama o kalp karşıklığına hiç bir duvarın tahammül edeceğini zannetmiyorum. Eminim ki o duvarlar yeni acılara enkaz olmuştur çoktan...

"Kağıttan bir kayık gibi okyanuslara attın beni, sırılsıklam ve bir başıma... Unutmadım terkettiğini..."

Öncelikle "kağıttan bir kayığın okyanustaki görüntüsünü" böyle bir nağmeyle yüzüme vurduğun için seni kınıyorum Burcu... Çaresizliğin belki de tek somut görüntüsü... Zaten terketme meselesini unutmak imkansız Burcu... Onu dile getirmiyorum bile...

"Bir gün bakacaksın arkaya, orda öyle bıraktıklarına... Aklına gelecek eskiler, kalbin atacak hıçkıra hıçkıra..."

Bir gün mü? Ne bir günü Burcu? Kafan mı güzel? Bu kaçıncı gün? Sen her gece aynı rüyayı gördün mü hiç? Ben çok gördüm Burcu... Merak etme... her gün arkaya, orda öylece bıraktığım varlığa bakıyorum zaten... İnanır mısın? Sen kalbin hıçkıra hıçkıra atacak diyorsun ama ben hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Hem arkamdan bakan, hala tanımlayamadığım, hatta rönesans ressamlarının bile paletlerine girmemiş ve modern ressamların da aklına hiç gelmeyecek renkte olan olağan dışı güzellikteki gözlere, hem de senin "hıçkıra hıçkıra" sözünü hakikaten hıçkırırcasına söylemene ağlıyorum Burcu...

"Bir gün anlayacaksın ya, utanacaksın yaptıklarına, aklına gelecek eskiler, kalbin atacak oflaya oflaya" 

Anladım Burcu... Çoktan anladım. tecrübe edilmemesi gereken ne kadar yamuk varsa hepsini yaptım ona. Ama senin bana garezin mi var Burcu? Neden bunları benim yüzüme vuruyorsun ki? Neden benim senelerdir beynimi, gönlümü eriten şeyleri ete kemiğe sokup şarkı haline getiriyorsun? Sana kim izin verdi Burcu?

Ya da neden kalbimin oflaya oflaya attığını herkese söylüyorsun ki? Bu benim sırrım değil miydi? Niye sırlarımı ele verdin, niye bana ihanet ettin Burcu?

Neyse Burcu... Bir daha benim üzerimden şarkı yazarsan sana dava açarım... Gerçi açsam da bir işe yaramaz... Kalp aşımından düşecek bir davanın sonu bellidir...

Takipsizlik... Delil yetersizliği... Ya da hiç gelmeyecek mahkeme gününe kadar tutuklu kalmak... Her gün duruşma ümidiyle yeniden uyanıp, gece tekrar soğuk hücreye dönmek...

Yazıklar olsun Burcu....

11 Aralık 2011 Pazar

ENTERESAN AŞK -3

Yaşayamamışlığın verdiği eziyeti sürekli sırtlarında taşıyan özde sevgililer için hayat çakilmez bir hal almaya başlamıştı artık. Muhabbetlerinde belli patlama noktları yaşanıyor ve sonra eskisinden daha aşağı seviyelere, kabuğuna çekiliyordu. Bunun tek sebebi yaşayamamaktı. Hiç tanınmadıkları ve hiç bulunmadıkları yerlere gitme hayali kuruyorlardı. Gerçekleşmeyeceğini bile bile üstelik... Ama gözlerinin arasında yaşanan o telepatik hisler kaybolmamıştı. Bakışmaları hala tazeliğin koruyordu. İçsel bazı dürtüler dışında her şey yolundaydı.

Ama gün geldi...

Sular yokuş yukarı akmaya durdu. Uzaktan baktıklarında sonsuza kadar çalışalar bile aşamayacakları engeller çıkmaya başladı karşılarına. Engelleri konuştukça ve çözüm yolu aradıkça kapılar kendine ekstradan birer kilit daha vuruyor, kız maviliğini, erkek siyahlığını kaybediyordu. Ruhlarının gücüne giden tek bir şey vardı: Birbirlerine olan aşkları zerre kadar eksilmediği halde ufuk çizgisinin görünmeyecek derecede karanlıklaşması ve geleceğe tutunsun diye atılan halatların düğüm düğüm körleşmesiydi. Çaresizliği iliklerine kadar yaşıyor, kanlarının uyuştuğunu hissediyorlardı. Korku, korkmak, endişe, karamsarlık gibi kelimeler tertemiz lügatlarını kirletmişti.

Sadakat silgisininbile silemeyeceği lekelerle doluyordu defterleri... Birbirlerine eskisi kadar uzun uzun bakamıyorlardı. Gönüllerine kurulan barikat midelerini bulandırıyordu. Yapacak bir şeyleri olmayışıydı morallerini bozan. Birbirlerine kalplerindeki kırıklığı hissttirmemek için öyle çaba sarf ediyorlardı ki dışarıdan bakan biri aralarında huzursuzluk olduğunu hissedebilirdi. Her daim neşeli ve cıvıl cıvıl sohbetleri yerini gözyaşlarını gizlemek için sık sık lavaboya kaçmalara bıraktı. O da sırf yanındakini üzmemek için... Ağlamayı gururuna yedirememek gibi saf dışı duygulara yer yoktu sevgilerinde.

Boğazlarına kocaman bir gemici düğümü atılmış gibiydiler. Yutkundukça iç acıtan duygular dolanmıştı gözlerine. Erkek artık kızın olağan dışı güzellikteki gözlerine bakamıyordu. Çünkü ikisinin de gözlerine her an patlayacakmış gibi titreyen birer gözyaşı volkanı çökmüştü....Tetikte...

Hep bir "Ya şimdi ne olacak?" sorusu zihinlerini kaplıyordu. Gelecek geçmişe ket vurmuştu. Yaşananlardan çok yaşanamayanlar ve yaşanamayacaklarla meşguldüler. Sanki aşkları dün başlamış bugün bitmiş gibi damaklarında umutsuz bir lezzet duyuyorlardı. Sonsuza kadar yarım kalacak bir lezzet...  Bir gün biteceğeni biliyorlar ama duygularını bastırarak, sanki hiç bir şey olmamış gibi davranmaya çalışıyorlardı.

O günü bekliyorlardı, sessiz, hissiz.....

Ve...

O gün geldi...

Birbirlerine hep söyledikleri o duvağı açılmamış sevgi sözcüklerini ayrılık mesajlarının sonuna iliştirerek görüşmeme kararı aldılar aşktan tutuşarak...

Sonu zaten karanlık olan aşk yolundan, daha karanlık olan bir yola çevirdiler rotalarını. Ama pusula hala birbirlerini gösteriyordu.

Bu bir ayrılık değil, salt bir duygu bastırma süreciydi ve ikisi de bunun farkındaydı....

O gün bugündür hala bu süreci pervasızca yaşıyorlar... Savaşmak ile savaşmamak, çekip gitmek ile gemileri yakmak arasında sürekli gel-git içindeler... Karanlık bir odanın anahtar deliğinden sızan minik bir ışık huzmesini andıran koca ümit dalgası vardı içlerinde bir yerde...

Ama...

"Ümit, kötülüklerin en kötüsüdür. Çünkü işkenceyi uzatır. Beni öldürmeyen şey daha güçlü kılar."

sözü Nietchize tarafından söyleneli yıllar olmasına rağmen hala geçerliliğini korumakta...

Bu enteresan aşkın sonu hiç bir zaman olmayacak Azalmadan artarak, acıtarak büyüyecek...  Yılmaz Erdoğan'ın dediği gibi


"Anladım ki ağaçlar, toprağa acı verdikçe büyüyorlar"

Bu aşk da sonsuza kadar rahat bırakmayan bir hastalık ya da son nefeste insanı kandırmaya çalışan bir şeytan gibi hep tepelerinde olacak...

Onlar da kimi zaman tebessüm, kimi zaman öfkeyle eskiden olduğu gibi aynı anda birbirlerini düşünecekler farklı şehirlerde...



Siz ne derseniz deyin ama onlar buna "KADER" diyorlar...

THE END


A.S

GÜLLÜK DEĞİL GÜNLÜK / ZULÜM-ZALİM-MAZLUM

"Zulüm, kimse zalimlik yapmayınca biter. Mazlumlar dahil..."

Nefsini terbiye etmiş ve ahlaki hasletlere karşı hassasiyet geliştirmiş; insana, insan olmanın hakikatine ve uzviyetine behemehal değer vermiş, gönül koymuş insanlar için bunlar önemsiz söylemlerdir.

Ama kendi kuruntularıyla filizlendirdiği ve hayalini kurduğu şahsi dünyasının tek kahramanı olanlar, kurdukları şahsi dünyayı başkasının dünyasına harman edip farklı dünyalara tecavüz etmeyi asalet sayabilirler...

Cahil, bilmediğini de bilmeyen kişidir. Bu insanlara hakikatı anlatmak kar sağlamaz...

İşte bu insanlarla bir arada olmanın mahcubiyetini, zalimin altında ezilmenin, merhametsizliğin teknesinde mayalanmanın mazlumluğunu yaşıyorum.

Acaba çoban başkasının koyunlarını güderken zevk alır mı? Çoban, koyunların yersiz ya da yanlış değerlendirmiş davranışlarını gurur meselesi yapar mı?

Çoban yapmaz ama, türlü insanlar yapar. Çoban kdar değeri, koyun kadar aklı olmayan insanlar yapar, hem de fazlasıyla yapar. Üstelik güttükleri koyun değil de insan olmasına rağmen...

90'larda yapılmış Brezilya dizilerindeki entrika dolu karakterlere benzeyen, ya da 80'lerdeki Türk filmlerinin kötü adam profiline sahip insanlarla aynı ortamda nefes alıp vermişliğim olmamıştı hiç...

Aldığım nefeste onların verdiği nefesin zerreciklerini yutmaktan, verdiğim nefeste de nefesimin onların yüzüne vurup ziyan olmasından, onlarla oksijeni paylaşmaktan midem bulandı artık.

Kimsenin gitmediği, görüp duymadığı bir uçurumun kenarına gidip avazımın çıktığı kadar "Yeteeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeerrrr" diye bağırasım var.

Faydası olur mu?

Olmaz...

Psikolojim bozuldu. Zaten bozuktu. İyice parçalandı artık. Ama burada RDM'ye gitmek isteyenlere izine gitmek için numara yapan adam gözüyle bakıyorlar. William Wundt'un, Maslow'un, Roger'ın, Jung'un hatta Freud'un bile kemikleri sızlıyordur. İnsan bünyesini yıpratmak için özel çaba, süründürme ve sindirme politikası için sınırsız gayret gösteriyorlar. Derdimi anlatacak kimse yok. Hiç kimse... Ruh ölümüm gerçekleşti artık...

Durduk yere kafam titriyor. Adım her söylendiğinde cezaya maruz kalmanın bir sonucu olacak bir iş verileceği, birilerinden azar yiyeceğim korkusuyla bir anda irkiliyorum. Sürekli ağlayasım var. Ağlamaya çalıştığım zamanlarda da gözümden yaş akmaksızın dakikalarca hıçkırıyorum. Bıraksam sonsuza kadar sürecekmiş gibi... Ve bu durum benden başka kimsenin umrunda değil. Buralarda kendini insan yerine koyup, onun bir ruhu olduğunu düşünen ve incinebileceğinin, hasar görebileceğinin bilincinde olan kimse yok. 41 tane hidrolik makinanın arasında yaşıyorum. Başımızdakilerde bu makinenin bağlı olduğu ana kofralar... Kablolar çelik kaplama ve delmeye, yırtmaya çalışanalar çelikten ağır zulüm kırbacıyla kırbaçlanıyorlar.

Bünyem mosmor oldu. Dayanacak gücüm, damarlarımda dolaşak kanım kalmadı. Büzüldüm, içime çekildim. Sönmüş bir balon gibi bir köşeye fırlatılmışlık var içimde..

Ama Allah bunun hesabını çok kötü soracak. "Karşıma kul hakkıyla gelmeyin" emri hala tazeliğini koruyor. İnsanın olduğu yerde insaf yoksa insanlar hayvana dönüşür. "Askerde kul hakkı diye bir şey yoktur" diye bir şey yoktur. Asker insandır, kuldur ve kul varsa hak muhakkak geçer.

A.S

MARMARİS - EKİM 2011

4 Aralık 2011 Pazar

SİYAHLAŞMA....

Görüyorum ki siyahlaşıyorsun...

Siyahlaşma...

Siyah yasın rengidir, karamsarlığa delalet eder. Yas ise ölenin ardından tutulur. Gidenin ardından yas tutmak mantıksızdır. Geleceğe çakılmış fenerin üstüne katran dökmektir.

Hani "Hayat umut akan bir sudur ve elbet yolunu bulur" diyordun... Siyahlaştıkça karanlığa çekilirsin ve hayatın gözleri karanlıkta yolunu bulacak özgürlüğe ve yeteneğe sahip değildir.

Siyahlaşmak, içinde kaynayan kazanın suyunu dışarı dökmektir. Ama kaynar suyun kimseye zarar vermediğini düşünmek de hatadır. Su döküldüğü yerde kalmaz sadece... Sıçrar, yayılır, ya da bir yolunu bulup gitmeye akmaya, yakmaya çalışır.

"Tabiat ezelidir. Tabiatı bozmak günahtır."

Siyahı çok severim, ama bu benim tabiatimdir. Ve ben siyahın üzerine başka renkler karıştırıp aslı bozarsam suretlere olan meylim ziyadeleşir ve hiç bir zaman suret aslın yerini tutmaz.

Siyah, öyle bir renktir ki yanına ne koysanız yakışır. Ama yanına yine bir siyah yaftalarsanız orda bir müştereklikten söz edilemez. Çifti teke düşürmek, siyahı yanlızlaştırmaktır bu, cinayettir bu... Siyahın aşık olduğu renklere ihanettir, siyaha, siyahın asaletine saygıda kusurdur...

Ve en nihayetinde renklerin siyahlaşmaya çalışması en çok siyahları yaralar...

Her şey aslıyla kaimdir ve her şey aslına dönecektir...

Siyahın hatrı için...

Ne olur yapma!!!

A.S