28 Temmuz 2012 Cumartesi

5'e 10 :)

Amerikan dizilerinde genelde hep bir uyuşturucu bağımlısı bulunur ve genelde de madde bağımlılığından kurtulmak için "Grupla terapi" seanslarına giderler. Karakterimiz özellikle bu seansın tam ortasına dalar. Sandalyelere oturmuş ve bir halka yapmış insanlar entel dantel oturmakta iken kahramanımız gelir ve boş bir sandalyeye (mutlaka bir boş sandalye vardır) oturur. Psikolog ellerini R.Ç :) gibi yaparak

- Hoşgeldin Emma...

- Hoşbulduk...

Emma yüreğinde ne kadar entrika varsa hepsini sesine döker ve konuşur...

- Evet, ben bir bağımlıyım...

:)

Böylece sorunu çözmenin ilk adımı olan "sorunu kabul etme" ve kendini şeffaf hissetme partlarını yaşar. Daha sonra müzik eşliğinde hızlıca geçen psikoterapi sahnelerinden sonra Emma'yı sabah serinliğinde koşu yaparken görürüz... Sağlığına kavuşmuştur... Fikstir bu sahne...

Benimki de fiks... Valla... İnanmazsan oku aşağıyya doğru...

Evet.... Ben bir 5'e 10'um :)

Odunum lan işte bildiğin...

Valla bak... Sıralayım isterseniz...

- Kendime bakmam... Pisim... 2 ayda bir yıkanırım (oha)

- Nerde ne konuşacağımı bilmem... Aklıma ne gelirse söylerim mal gibi...

-  Saçma sapan espriler yapmaya çalışırım ama çok zeki olduğum için insanlar bana yetişemezden ziyade insanlar benden daha zeki oldukları için anlamazlar ve genelde gülmezler.

- Çalıştığım yerdeki bayan arkadaşlara "LAN" derim... Beni ismimle çağırdıklarına "HA?" diye değişik bi ses efekti çıkarırım.

- Biri bir şey anlattıktan sonra "Hımm, anladım" değil de "Haaaaaaaaa" efektini tercih ederim...

- Çiçekten anlamam... Burnum koku almadığı için daha da kalas gözükürüm...

- Saf olduğum halde insanlara kendimi aslında çakalmış gibi gösteririm. O da ayrı bi saflıktır... Hasta ruhluyum evet...

- Öğrencilerime bağırırm şu an adını zikredemeyeceğim bazı canlılıar gibi...

- Derste sürekli kızarım, herkes beni dinlesin isterim.

- Hiç komik olmayan bir espriye saatlerce gülebilirim, çok kaliteli bir espriye bazen dönüp bakmam bile..

- Devamlı bağırarak konuşurum... Kendimi bi halt zannederim ama bi halt değilimdir...

- Kafamda bir şeyler tasarlıyorsam yanımda bana bir şeyler anlatmaya çalışan kişinin hiç şansı yoktur. Bırak dinlemeyi duymam bile...

- Canım istemediği zaman telefonları açmam... Sürekli arayan gereksiz arkadaşlardan nefret ederim.. Bir-iki tane dostum vardır. Gerisini işim düşmedi mi aramam... Onlar ararsa da açmam... Sürekli "Ya hacı bi ara buluşalım ya çay içelim" diyen adamlara ekstra bir gıcık kaparım... Ulan benim 700 tane tanıdığım var. İlkokul arkadaşları, liseden sınıf arkadaşları, liseden yurt arkadaşları, üniversite arkadaşları, üniversiteden yurt arkadaşları, tkml arkadaşları, asker arkadaşlar, hoca arkadaşlar... Ben hanginizle ne çayı içiyim lan?

- Tanımadığım insanlarla muhabbet etmeyi sevmem. Samimiyet kurmadan konuşamam. Çekinirim, utanırım, sıkılırm...

- Yemeğin tadına bakmadan tuz atarım. Önyargıda tavan yaptım bu sayede... Biri yanımda "Şöyle şöyle yapalım ya süper olur" derse hemen yapıştırırm: "Olmaz o iş" :)

- Hiç hazırcevap değilimdir, Yiğit Özgür'ün BEN OLSAM adlı karikatür dizisindeki adam gibiyim.

- Olur olmadık yerlerde, mesela müdür beyin yanında, sinirlenip kırmızı pilot kalemi duvara vurup, odayı vampirler basmış gibi gösterebilirm... Sonra o duvarları temizlemek zorunda kalan abladan helallik isterim yüzsüzce...

- Bazen kızıp duvara yumruk atarım. Sonra bir hafta elimin acısını çekerim...

- İnsanlara çok kızarım bazen... Ama sonra kıyamam, dingil gibi affederim. Bir daha yapsın yine kızarım, yine affederim, yine kızar yine affederim... Öyle de safım işte...

- Etrafımda benden daha yetenekli biri olsun istemem. Varsa kıskanırım. Ama imrenerek tabi. Bak bu huyumu severim... Bunu niye buraya yazdım ki ben? Amaaan, boşver... Kim silecek şimdi onu? Uğraşamam...

- Çok pis kıskancımdır. Sevdiğim biri hakkında birisi kalbinden ters fikirler geçirsin anında anlarım. Gözleri anlatır bana her şeyi...Tiksinirim o adamdan... Sonra sevdiğim kişiye söylerim bunu, o da bana "kötü niyetlisin" der, sonra gerçek meydana çıkar, ben de gerine gerine "peh, ben demiştim" der kendimi bi bok zannederim. Halbuki söyleme de anlamı olsun di mi? Hiç işte...

- Sabahattin Ali'nin dediği gibi aynı "Ben sevdiğim zaman köpek gibi severim"... Öyle de kötü bir huyum var işte... İnsanlar genelde bunu sevmeme mantığı üzerine oluştururlar. Yani, "Sevmiyorsam bitmiştir" der. Ama ben "Seviyorsam bitmiştir" derim ve dünyayı bir kenara o sevdiğim kişiyi diğer tarafa koyarım, gerekirse boynumu bıçağın altına uzatır kan dökerim. Sado-mazoyum lan ben bildiğin... Iyk...
- İnsanlar konuşurken eğer bazı kelimeleri bilinçli olarak, karşıdakini belli bir yere yöneltmek amacıyla ya da mesaj vermek amacıyla seçerek kullanıyor ve bunu konuşmasının içine ustalıkla gizliyor ya da gizlediğini zannediyorsa ben o kelimeleri ustalıkla anlarım ya da anladığımı zannederim. Çünkü genelde yanlış anlarım :)

- Ota b.ka alınırım... Üzülürüm, dert ederim, psikolojik bunalıma girerim... Sonra da niye böyleyim diye kendime kızarım. İçime atarım her şeyi... Biriyle tam laf dalaşına girecekken susarım... Çekilirim... O diyeceğini der. Sonra o gittikten sonra ben içimden kendi kendime derim ne diyeceksem.

- Argo konuşurum devamlı... Herkes "Merhaba" der, ben "Naber lan?" derim. Hemen samimyet kurarım, sonra elime yüzüme bulaştırırm.

- İnsanların günlük muhabbeti beni çok sıkar. Ruhum daralır. Hele mesele siyasete ya da futbola girerse tek kelime etmem. Bilmediğim bir şey hakkında ağzımı açmam. Bilmiş bilmiş konuşmaktan nefret ederim.

- Arka planda olmayı çok severim. O yüzden Michael Schumacher'i hiç sevemedim. Başarının en önünde değil de en arkasında olup, ama asıl mimar olarak, kutlamaları oradan izlemekten ve sonra sessizce salonu terketmekten acaaip zevk alırım.İnsanların farkında olmadan benim başarımı konuşmalarında ise zevkten dört köşe olurum. (Ulan içim çıfıt çarşısı gibiymiş, tiksindim kendimden)

- Ben heyecanla bir şey yaparken birisi kazara ters bir şey derse o işi anında bırakırım. 40 yılda bir gelen heyecanımı herkes en az benim kadar yaşasın isterim. Umurunda olmayanlara küfür ederim içimden...

Uzadı... B.ka sarmasın... Sıkıldım zaten...

5'e 10'um işte...

Kalas... Tomruk... Kütük... Ağaç... Sunta... Talaş...

Neyse... Dua edin de düzeleyim... :)

26 Temmuz 2012 Perşembe

SEN ANLAT!

"Vaaz vermek değil niyetim. Duyduğumu söylemek. Söylemeye değer şeyler duyuyorum zira.



Hayatı daha yaşanır kılmak için.



Ya da belki sadece ama sadece anlatmak için.



Sen anlat, dedi bana Tanrı.



Anlaşılsın diye değil, hiçbir mükafat beklemeden anlat.



Çünkü bir mükafattır her anlatıcıya doğru düzgün anlaşılmak.



Sen anlat! dedi bana Tanrı..



Umudu hatırlatsın diye umutsuzluğu; çareye yol açsın diye çaresizliği anlat..



Ders verme, dedi kimseye... Çünkü hoca denmez öğrenmesini bitirene...



Çırakları olan bir çıraktır usta olsa olsa..



Sen anlat, dedi bana Tanrı, sen sade anlat.



Vay başımıza ne geldiyse onu anlat dedi...



Sen anlat, dedi bana Tanrı, sen sade anlat!






.....



22 Temmuz 2012 Pazar

Kayığın Kıyıya Karşı Kanısı

Ölümden zor günlerden biriydi. Yaşamaya çalışıyordum sadece... Hayata dair herhangi bir dala tutunamayaşımdan dolayı, doğaya dair dallara tutunmak adına iniyordum sahile.. Hayat ve doğa iç içe gibi görünseler de aslında farklıdırlar. Hayat, ölümü; doğa, yaşamı hatırlatır. Deniz dibi yerlerde aldığım nefesleri ciğerlerimin dibine çekmeyi seviyordum. Çünkü orada alınan her nefes daha değerliymiş gibi geliyodu. Belki de ben hatalıydım... Olur olmaz şeylere anlamsız anlamlar yükleyerek, nesneyi mecraanın dışına taşırıyor; ona bu dünyanın değil de çok daha mistik rüyaların ögesiymiş gibi muamele yapıyodum belki... Olsun, yaptığım bu davranış neticede nesnenin aslını ve suretini bozmuyordu. Sadece bendeki görüntüsü, içime yansırken saçtığı ışıklarda farklılık gösteriyordu.

Ne var bunda? İnsan kendisine değenleri içselleştiremez mi?

Peki bunu değdiğin nesneye sordun mu? İzin aldın mı?

Hayır...

Her nesne herkesin içinde aynı şeylere yol açacak diye bir şey yok ki?

Bunun ne önemi var ki? Değilen nesne, kendisine değildiğini farketmiyorsa sorun yoktur... Velev ki farketsin. Bundan nesneye ne?


Deniz sakindi... Ayakkabılarımı ve çoraplarımı çıkarıp elime alarak devam ettim kumsalde yürümeye... İlerde bir hareketlilik vardı. Bir amca gümüşten bozma ahşaptan yapılmış, pırıl pırıl bir kayığı denize doğru sürüklemeye çalışıyordu. Kendime çok az vakit ayırırdım bu şekilde. Kayık ve kayıkçının hikayesi ilgi çekebilirdi. Çekmese bile kaybedecek bir şey yoktu. Güneşin batmasını izlemek için gelmiştim zaten. Daha çok var...

Kumları eze eze amcanın yanına koştum. Amcanın yüzüyle ve elleri arasındaki fark dikkatimi çekti önce. Ellerine sinmiş o eski günlerden, yüzüne hiçbir şey bulaştırmamyı becermişti. Simsiyah gözlerinde pazardan yeni aldığı bir oyuncakla bir an önce oynamak için sabırsızlıkla annesini dürten çocuğun rehaveti vardı. Bir kaç küçük hamleden sonra kayığı tam denizin dibine, güneşten kurtulma anını hatırlatan ıslak kumlara kadar çektik.

- Sağol birader...

Birader mi? Birader demesinden ziyade amcadaki ses daha enteresandı. Dümdüz bir zeminde kayan su gibi dupduruydu. Bu aslında amcanın ruh aynasından başka bir şey değildi. Ciğerlerindeki hava nasıl hiç bir engele takılmadan pürüzsüzce sese, harflere dönüşüyorsa bence kesin içindeki duygular da herhangi bir engele takılmadan hayat buluyordur kırışmış ve esmerleşmiş teninde.

- Güzel mi?

- Niye parlıyor?

- Boyadım...

- Ahşabın kendisinden değil yani?

- Değil... Ahşap ne kadar kötü olursa olsun, biraz cilalarsın, kimse cilanın bir milimetre altındaki çirkinliği fark etmez bile... Kimsenin aklına bile gelmez bakmak...

- Ama ben farkettim...

- Ben de seni bekliyordum zaten...

Kaşlarım kendiliğinden çatıldı. İçimde türettğim "Nasıl yani" sorusunu soramadan amca devam etti...

- Geleceğini söylediler. Ben de kayığı o yüzden çıkardım zaten buraya kadar. Yoksa uğraşmam....

- Kim söyledi?

- Olmadı ama şimdi... Bana senin yüzeysellikten ziyade içsel takıldığını, görünenin aslında ortada görünmeyen tarafından oluşturulduğuna inanan biri olduğunu söylemişlerdi. Böyle biri, bu soru karşısında "Kim söyledi?" demez...

Kayığın parlak zeminini tozlu mu değil mi diye yokladıktan sonra oturdum köşesine yavaşça... Ya tansiyonum, ya da şekerim düşmüştü. Zaten hiçbir zaman hangisinin düşüp hangisinin çıktığını anlayamadım. Alt dudağımda yorgun bir titreme başladı. Kanım çekiliyor gibiydi... Amca gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Beni yüzeysellikle ve basitlikle suçlamıştı. Denizde hafiten başlayan dalganın hışırdayan sesiyle kendime geldim. İçsel mekanizmalarımı amcanın entelektüel bünyesine göre senkronize edecektim. Mod değiştiriyordum. Artık amcanın sorularına ve iğneleyici laflarına hazır hale gelmeliydim. Derin bir nefes aldıktan sonra kendimi savunmaya geçtim:

- Doğru... Demez... Klişe bir laf vardır. "Benim için şahıslar değil, sistem önemlidir" diye. Benim için şahıslar çok önemli... Çünkü ben merhametin, kanaatin, itaatin, itidalin reçel yapılan tencerelerinde piştim. Şahısları elimin tersine layık görecek kadar, ya da onları bulundukları seviyeden aşağıda görecek kadar küçülmedim henüz...Sistemi de kuran şahıslardır çünkü... Her şeyden önce insandır. O yüzden sordum "Kim söyledi?" diye... Onları ne kadar iyi tanırsam, işin görünmeyen yüzünü o kadar iyi idrak ederim.

- Güzel... Bana anlattıkları gibi olmaya başlıyorsun... Ama yetmez... Emin ol yetmez...

- Ne istiyorsun? Ne duymaya geldin, ne duydun?

- Sana bir kaç soru soracağım?

- Sor...

- Sence bu kayık, gölün karşı kıyısına geçer mi?

Çok basit bir soruydu. Karşı kıyıya baktım.

- Geçer...

- Emin misin?

- Bİlmiyorum, geçer herhalde?

Amcanın gözünde bir ışıltı belirdi. Bilmiş bir tavırla ve bir şeyler keşfetmenin heyecanıyla kaşlarını kaldırdı, gülümsedi...

- Gördün mü?

- Neyi?

- İlk sorduğumda kendinden çok emin bir şekilde "geçer" dedin. Ama ben sanki geçemezmiş gibi "emin misin" diye sorduğumda, tereddüt içinde kaldın. Niye kararını değiştirdin?

- Kayığı sen benden daha iyi tanıyorsun...

- Yani sen tanımıyorsun değil mi?

- Evet...

- O zaman tanımadığın bir kayık hakkında nasıl bir anda "geçer" ifadesini kullandın?

- Kayık çok modern gözüküyor çünkü...

- Gözükebilir...

- İyi de bunu her şeyde uygulayamayız ki? Bu söylediklerini hayata nasıl adapte edeceğim ki ben?

- Her şeyde uygulayamazsın... Ama bazı yerlerde bu zincire muhtaç kalırsın... Demek istediğim şu:

Kayığa binmeden onun seni karşı kıyıya geçirip geçiremeyeceğini bilemezsin... 

- Gel bak... Sana ne göstereceğim...

Amca, kayığın arka tarafına yürüdü ve eğildi. Eliye yokladığı yerde kocaman bir boşluk vardı.

- Gördün mü? Kayık buradan su alır...

Gözünde yine aynı ışıltı belirdi... Bir cevap bekliyordu belli ki... Acaba ne diyecek bakışıydı bu...

- O zaman karşıya geçemem bu kayıkla...

Amca gülmeye başladı...

- Beklediğim ve hatta ulaşmaya çalıştığım hatalı cevap buydu işte...

- Nasıl yani?

- Önyargılarının ve içten pazarlık yaptığın tezgahların kurbanı oldun... Çok fazla matematiksel kurgulama yaptın beyninde... Halbuki buna gerek yok... Karşı kıyıya geçmek için buraya gelseydin ne yapardın?

- Önce kayığı kontrol ederdim. Sağlam mı diye...Muhtemelen bu deliği fark eder ve vazgeçerdim...

Amca bu sefer kahkaha atmaya başladı... Sebepsiz gülenden, içinde zeka parıltısı olmayan laflardan nefret ederim.

- Sana bir şey söyliyeyim mi? Kayığın arkasındaki bu deliği ancak profosyoneller görebilir... Senin görmen imkansız... Devam edelim... Deliği görmediğini farzedelim. Kayığa bindin ve kürek çekmeye başladın. Ama tam yolun ortasında kayığın su aldığını gördün... Ne yapacaksın?

- Geri dönerim...

- Vazgeçeceksin yani...

- Ölmekten iyidir...

- Ölmek vazgeçmekten daha iyidir aslında ama neyse, konu o değil... Geri dönmeye gerçekten karar verir miydin?

- Ne yapmalıyım ki?

- Az önce nasıl kayığın altındaki deliği sadece profosyoneller farkedebiliyorsa, burda da profosyonel bakış açısına ihtiyaç var.

- Nasıl?

- Kayıktaki o delik, aslında o kadar önemsiz ki, sen karşı kıyıya geçene kadar kayık su almaz bile... Yani çok önemsiz bir delik... Seni karşı kıyıya götürür, hatta geri getirir. Ama kayığı yeterince tanımıyor olman, hatta altında gördüğün küçücük delikten yola çıkarak onun seni asla karşıya geçiremeyeceği fikrine ulaşman karşı kıyıya geçmene engel oldu. Ayrıca, hasarlı olan sadece kayık değil. Sensin de...

- Ne demek bu?

- Belki sen kürekleri iyi çekemeyeceksin, belki kollarına kramp girecek ve yavaş kalacaksın. Yavaşlayınca kayık daha çabuk su alacak... Bu ihtimaller de var. Ama bunlar tamamen senin karşı kıyıya ulaşmayı ne kadar çok istediğinle ilgili değişken hususlar. Ne kadar istersen, o kadar varsın...

- Peki... Ben sana bir şey sorayım?

- Tabi ki...

- Ben hayatımda bu kayığı ilk kez görmüş biri olarak, bahsettiğiniz profosyonel bakış açısına nasıl sahip olabilirim ki? Ben hayatımda hiç kayığa binmedim mesela. Dolayısıyla kayığın altında gördüğüm küçücük delik beni bu işten vazgeçmeye itecektir muhtemelen. Doğal olan bu değil midir? Kaldı ki, kayığı bu haliyle kabul edip, tedirginlikle, tereddütle, acaba batacak mı korkusuyla kıyıya ulaşmaktansa daha rahat ve garanti bir kayık kullanmak daha mantıklı değil mi? Niye yolculuğumu berbat edeyim ki?

- Deliği görmen imkansız ama... Deliğin olduğunu yolun ortasına anlayacaksın muhtemelen... Ama zamanla deliğin tehlikesiz olduğunu farkedeceksin... Eğer farkettiğinde dönüş yoluna geçtiysen pişmanlığa kendini hazırla... Ama deliğe rağmen kıyıya doğru kürek çekersen bambaşka dünyalara yelken açacağın bambaşka limanlara gideceksin... Tamamen yabancı, tanımadığın, alışık olmadığın bir dünya... Belki yaptıklarının karşılığını başka yerlerde, başka zaman ve mekanlarda alacağın, dışardan bakıldığında kapkara, ama özünü yaşadığında tertemiz bir dünya... Sana değer veren, yargılamayan, sorgulamayan insanlardan kurulu ve sadece yaptığın kadarla ödüllendirileceğin dışardan ilkel, içerden elit görünen bir dünya... Tabi bunlar varsayım... Tam aksi de olabilir. Ama daha karşı kıyıya geçip de pişman olanına rastlamadım. Sadece kayık su aldığı için geri dönenlerin pişmanlıklarını gizlemek için nereyi ve kimi suçlayacağını şaşırdıklarına şahit oldum ve üzüldüm haliyle...

Amca yine, arkasından bir cevap bekleyecek ya da beni hataya, istediği yöne sürükleyecek bir söz söylemek üzere jest ve mimiklerini hazırladı...

- Ama kayık çok güzel gözüküyor, değil mi?

- Olabilir... Beni karşıya rahat ve huzurlu bir şekilde geçirmeyecekse ne önemi var ki bunun?

Amca gülümsedi...

- Ya sahilde başka kayık yoksa?

Bir anda durdum... Az önce aklıma sağnak halinde yağan cümleler bir anda kesildi. Bu imkansız... Atıldım hemen...

- İmkansız... Her sahilde birden fazla kayık vardır hatta içlerinde beni taşımaya layık olanları bile vardır.

- Her kayığın altında delik yoktur elbet... Ama o deliğe tekabül edecek bir eksiği mutlaka vardır. Ya da sana açık konuşayım. Az önce bahsettiğim o güzel limanlara ancak böyle kayıklarla gidilir... Yoksa o limanların ve limanın ait olduğu büyülü dünyaların hiçbir önemi kalmaz...

- İyi de benim o güzel dünyalara gitmek istediğimi kim söyledi? Ben istemiyorum belki...

- Aslında herkesten çok istiyorsun... Ama sadece istiyorsun... İstediğini yapmana içeride bir şeyler engel oluyor. O engeli kaldırdığında görüntü netleşecek.

- Nasıl kalkacak o engel?

- Şeffaflaştığında... Gözüne inen perdeyi, şeffaflık iksirinin kaynadığı altın kazanlara batırarak şeffaflaştırabilir, hatta tamamen kaldırabilirsin ancak...

- İyi de, söylediklerin hep bir "nasıl" sorusunu beraberinde getiriyor...

- O zaman bir yerden başlamak zorundasın...

- Nerden?

Amca saatine baktı...

- Vakit tamam... Tekrar çağırılacaksın... Şimdilik bu kadar yeter... Merak etme, "Unutma" diye başlayan son sözler söylemeyeceğim.

Güldük...

Kayığı tekrardan çıkardığı yere doğru sürüklemeye başladı ve gözden kayboldu. Güneş batmıştı. Her şeye koşup, hiçbir şeye yetişememek...

Tekrar geleceğim...

(devamı gelir)

15 Temmuz 2012 Pazar

Savaş(ama)mak - Tutun(ama)mak

Soyadım Savaş...

Hz. Allah'ın bu soyadı bana bahşettiğini düşünüyorum. Bu, içinde çok derin hikmetler barındıran ve şimdiki tabirle "nereye çekersen oraya gider" tadında bir bağış...

Kendimi bildim bileli ya da hayatta küçük başarıları tatmaya başladığımdan bu yana (evet ben ilk başarımda yaşadığımı hissettim) sürekli "mücadele" halindeyim... İçsel ya da toplumsal hiç fark etmez...

Ama nedense bunun farkında olmak iyi bir şeymiş gibi gelmiyor bana... Tabi ki, insanın kendini bilmesi erdemdir... Ama ben bu noktada kendimi iyi hissetmiyorum. Yoruluyorum artık... Kendini sürekli bir imtihana tabi tutulurken bulmak ya da hep önüne çıkan iki yoldan birini tercih etmek zorunda kalmak yoruyor insanı...

Yoksa ben de Oğuzcuğum Atay'ın ifadesiyle bir Disconnetcus Erectus olabilir miyim?

Büyük ihtimalle öyleyim...

Hayata tutunmak, prensip sahibi olmaktır, olabilmektir. Prensip sahibi olanlar çelişki anında hızlı karar verme yeteneğine ihtiyaç duymazlar. Çünkü onlar daha karşılarına yol ayrımı çıkmadan  hangi yolu seçeceğine karar vermişlerdir. Onlar opsiyonlarında çetrefel duyguları hiç tatmamışlardır. İçlerinde iç güdüsel olarak büyüttükleri değerleri vermek zorunda oldukları karara uydurmazlar. Aslında işin Türkçesi şudur: Onlar, işlerini asla şansa bırakmazlar. Değerlerini kararlara göre oluşturmaktan ziyade kararlarını değerlerine göre verirler. Eğer karar vermemek gibi bir şıkları varsa değerleri uğruna bir an bile tereddüt etmeden bu şıkkı seçerler. Velev ki her şey berbat olsun... Prensip, değer, kavram, inanç onlar için vazgeçilmez şeylerdir. Birer tabudur adeta. Ve tabularını altın muhafazalı sandıklarının en mahrem yerinde saklamak için şahısları ellerinin tersiyle bir kenara itebilirler. Çünkü onlara göre içlerindeki değerleri alınlarının teriyle oluşturmuşlardır. O temiz değerlerine hiçbir önemsiz şahsın kirli eli değmemiştir. Bununla gurur duyarlar.

Hiç bir zaman prensip sahibi olamadım...

Hep mantıksal zincirleri önemser göründüm. Bu zincirle oynarken, ya da oynuyor görünürken kulağımın aslında kalbimin atışında, gözümün ise kanın akışında olduğunu kimseye hissettirmedim. Hissettiremedim... Çünkü bilimsel bir devirde yaşıyorduk onlara göre... Neden - sonuç ilişkileri, diferansiyel denklemler, modüler aritmetik hakkında bilgisi olmayanlar adamdan sayılmıyordu. Bir üçgenin iç açılarını bulurken kimse bir insanın iç acılarının toplamının kaç olduğuyla ilgilenmiyordu. Herkesin akıllı olduğu köyde deli olmanın bir alemi yoktu. Hayat, kapılarını açmasını bilene açıyordu sadece...

İnandığın gibi yaşamazsan yaşadığın gibi inanırsın...

Ben mantığa inanmadığım halde mantıksal hayatlar yaşıyordum. İnsan bazen yalanını unutur. Yalanı gerçeğe çevirenler, ya da yalanlara gerçek muamelesi yapanlar yaşadığı gibi inanmaya mahkumdur. Dostoyevski bile insanın kendi söylediği bir yalanın diğer yalanlardan daha iyi olduğunu söyler. Ama bu teselli kaynağı değildir. İşte ben de kendi uydurmadığım bir yalana gerçek muamalesi yaptığım için inanmaya başladım. Artık duyguları x+y=z formatına döküyor, aşk hakkında parabol eğrileri, ya da analitik geometri kavramları türetiyordum. Tesadüfleri de iki doğrunun uzayda kesişmesi olarak tanımlıyordum. Şu haliyle Oğuzcuğum Atay'ın Tutunamayanlarında görülen (Disconnetcus Erectus) entel görünme davranışına çok benziyordu düşündüklerim.

Evet... Ben bir Tutunamayandım...

Her şey aslına dönecektir. Biz nasıl bir gün mutlaka toğrağa gideceksek, kainattaki her kavram da yok olacak, her duygu sahibine teslim edilecektir.

Ama olmadı...

Gün geçtikçe, kulaklarımda hissetiğim kalp atışı basıncı dayanılmaz boyutlara ulaştı. Kurduğum denklemlerin bütün bilinmeyenleri, sonsuz bir bilinmezlik dolambacına düştüler. Sayfalar üzerine özenle yazdığım formüller, cetvelle çizdiğim grafikler gözüme farklı görünmeye başladı. Yıllarca arkadaşlık yaptığım X ve Y'ye karşı mahcuptum. Her konuşmama gizliden olsa kattığım ve yalandan da olsa zihnimin temeline oturttuğum bu iki bilinmezlik padişahı sonsuzluğa düğümlendiler... Ama her zaman ki gibi işler ters gitti.

Paradokstur...

Ters giden bir şeyler, tekrardan ters giderse düze çevrilmiş olur.

X ve Y kulaklarımda artan kalp basıncını görünce sonsuzluğun sonunda bir sonuca, bir bilinene dönüşmüşlerdi aslında.

X+Y= AŞK

En karmaşık formüller, en bilinmeyenli denklemler, bu 3 harfi yanyana gelmiş görünce bir anda çözüme ulaşıyorlar kendiliğinden... Üçgenlerin için 180, dörtgenlerin içi 360 değildi artık... 2+2 toplamı 4 etmiyordu. 8 ile 9 u çarptığımda 89'a ulaşabiliyordum. "Sayılar sonsuzdur" diyenlere "Dünyada tek sayı vardır: O da "BİR" dir" diyebiliyordum...

Pembeden nefret etmeme rağmen Toz Pembe olarak tanımlanıyordum. Sayıların düzenini bozmak, matematiğin ve fiziğin içine etmekten hakim karşısına çıkarılmak isteniyordum.

İtiraz ediyorum Sayın Yargıç...

Ben bozmadım hiç bir düzeni... Düzensizlik bile aslında bir düzenin belirtisidir. Evrenin yaratılışının özünde bile AŞK varken ve kainat karmaşık gözüktüğü halde aslında mantıksal zincirin birebir aynısıyken ve bu düzeni sadece ve sadece AŞK'a borçluyken ben nasıl olur da aslı terkedip suretlere meylederim? Beraatimi talep ediyorum. Asıl hüküm giymeye mahkum olanlar kalp atışlarını hiçe sayarak, büyük bir inkar içinde olarak yaşadığı halde yaşamadığını iddia edenlerdir. Kalbinin atmadığını söyleyen ölüdür. Meyyit-i Müteharrik'tir. Karşılarına çıkan her toplumsal sorunu AŞK'tan bozma X ve Y'ye dökenlerdir. Hakim sorar: Evladım! (Evet, bütün hakimler Evladım der) Sen de eskiden o saflardaydın. Niye değiştin?

Hakim bey, beni benden olmayan bir kaba döktü Tutunamayanlar... Onlar yüzünden...

Bakmayın itiraz ettiğime... Hala çelişkili bir insanım... Tutunmakla tutunamamak arasında kalıyorum.

Çok sevdiğim bir arkadaşım yazdı geçen gün...

"Değmeyenlerin hikayesi olma..."

Cevap yazdım:

"Bazen hikaye değmemek üzerinedir"

Değmeyenler X+Y'nin AŞK ettiğini gördüklerinde çoktan her şey bitmiş olacak.

Tutunamayanlara ve Değmeyenlere....

 A.S