15 Temmuz 2012 Pazar

Savaş(ama)mak - Tutun(ama)mak

Soyadım Savaş...

Hz. Allah'ın bu soyadı bana bahşettiğini düşünüyorum. Bu, içinde çok derin hikmetler barındıran ve şimdiki tabirle "nereye çekersen oraya gider" tadında bir bağış...

Kendimi bildim bileli ya da hayatta küçük başarıları tatmaya başladığımdan bu yana (evet ben ilk başarımda yaşadığımı hissettim) sürekli "mücadele" halindeyim... İçsel ya da toplumsal hiç fark etmez...

Ama nedense bunun farkında olmak iyi bir şeymiş gibi gelmiyor bana... Tabi ki, insanın kendini bilmesi erdemdir... Ama ben bu noktada kendimi iyi hissetmiyorum. Yoruluyorum artık... Kendini sürekli bir imtihana tabi tutulurken bulmak ya da hep önüne çıkan iki yoldan birini tercih etmek zorunda kalmak yoruyor insanı...

Yoksa ben de Oğuzcuğum Atay'ın ifadesiyle bir Disconnetcus Erectus olabilir miyim?

Büyük ihtimalle öyleyim...

Hayata tutunmak, prensip sahibi olmaktır, olabilmektir. Prensip sahibi olanlar çelişki anında hızlı karar verme yeteneğine ihtiyaç duymazlar. Çünkü onlar daha karşılarına yol ayrımı çıkmadan  hangi yolu seçeceğine karar vermişlerdir. Onlar opsiyonlarında çetrefel duyguları hiç tatmamışlardır. İçlerinde iç güdüsel olarak büyüttükleri değerleri vermek zorunda oldukları karara uydurmazlar. Aslında işin Türkçesi şudur: Onlar, işlerini asla şansa bırakmazlar. Değerlerini kararlara göre oluşturmaktan ziyade kararlarını değerlerine göre verirler. Eğer karar vermemek gibi bir şıkları varsa değerleri uğruna bir an bile tereddüt etmeden bu şıkkı seçerler. Velev ki her şey berbat olsun... Prensip, değer, kavram, inanç onlar için vazgeçilmez şeylerdir. Birer tabudur adeta. Ve tabularını altın muhafazalı sandıklarının en mahrem yerinde saklamak için şahısları ellerinin tersiyle bir kenara itebilirler. Çünkü onlara göre içlerindeki değerleri alınlarının teriyle oluşturmuşlardır. O temiz değerlerine hiçbir önemsiz şahsın kirli eli değmemiştir. Bununla gurur duyarlar.

Hiç bir zaman prensip sahibi olamadım...

Hep mantıksal zincirleri önemser göründüm. Bu zincirle oynarken, ya da oynuyor görünürken kulağımın aslında kalbimin atışında, gözümün ise kanın akışında olduğunu kimseye hissettirmedim. Hissettiremedim... Çünkü bilimsel bir devirde yaşıyorduk onlara göre... Neden - sonuç ilişkileri, diferansiyel denklemler, modüler aritmetik hakkında bilgisi olmayanlar adamdan sayılmıyordu. Bir üçgenin iç açılarını bulurken kimse bir insanın iç acılarının toplamının kaç olduğuyla ilgilenmiyordu. Herkesin akıllı olduğu köyde deli olmanın bir alemi yoktu. Hayat, kapılarını açmasını bilene açıyordu sadece...

İnandığın gibi yaşamazsan yaşadığın gibi inanırsın...

Ben mantığa inanmadığım halde mantıksal hayatlar yaşıyordum. İnsan bazen yalanını unutur. Yalanı gerçeğe çevirenler, ya da yalanlara gerçek muamelesi yapanlar yaşadığı gibi inanmaya mahkumdur. Dostoyevski bile insanın kendi söylediği bir yalanın diğer yalanlardan daha iyi olduğunu söyler. Ama bu teselli kaynağı değildir. İşte ben de kendi uydurmadığım bir yalana gerçek muamalesi yaptığım için inanmaya başladım. Artık duyguları x+y=z formatına döküyor, aşk hakkında parabol eğrileri, ya da analitik geometri kavramları türetiyordum. Tesadüfleri de iki doğrunun uzayda kesişmesi olarak tanımlıyordum. Şu haliyle Oğuzcuğum Atay'ın Tutunamayanlarında görülen (Disconnetcus Erectus) entel görünme davranışına çok benziyordu düşündüklerim.

Evet... Ben bir Tutunamayandım...

Her şey aslına dönecektir. Biz nasıl bir gün mutlaka toğrağa gideceksek, kainattaki her kavram da yok olacak, her duygu sahibine teslim edilecektir.

Ama olmadı...

Gün geçtikçe, kulaklarımda hissetiğim kalp atışı basıncı dayanılmaz boyutlara ulaştı. Kurduğum denklemlerin bütün bilinmeyenleri, sonsuz bir bilinmezlik dolambacına düştüler. Sayfalar üzerine özenle yazdığım formüller, cetvelle çizdiğim grafikler gözüme farklı görünmeye başladı. Yıllarca arkadaşlık yaptığım X ve Y'ye karşı mahcuptum. Her konuşmama gizliden olsa kattığım ve yalandan da olsa zihnimin temeline oturttuğum bu iki bilinmezlik padişahı sonsuzluğa düğümlendiler... Ama her zaman ki gibi işler ters gitti.

Paradokstur...

Ters giden bir şeyler, tekrardan ters giderse düze çevrilmiş olur.

X ve Y kulaklarımda artan kalp basıncını görünce sonsuzluğun sonunda bir sonuca, bir bilinene dönüşmüşlerdi aslında.

X+Y= AŞK

En karmaşık formüller, en bilinmeyenli denklemler, bu 3 harfi yanyana gelmiş görünce bir anda çözüme ulaşıyorlar kendiliğinden... Üçgenlerin için 180, dörtgenlerin içi 360 değildi artık... 2+2 toplamı 4 etmiyordu. 8 ile 9 u çarptığımda 89'a ulaşabiliyordum. "Sayılar sonsuzdur" diyenlere "Dünyada tek sayı vardır: O da "BİR" dir" diyebiliyordum...

Pembeden nefret etmeme rağmen Toz Pembe olarak tanımlanıyordum. Sayıların düzenini bozmak, matematiğin ve fiziğin içine etmekten hakim karşısına çıkarılmak isteniyordum.

İtiraz ediyorum Sayın Yargıç...

Ben bozmadım hiç bir düzeni... Düzensizlik bile aslında bir düzenin belirtisidir. Evrenin yaratılışının özünde bile AŞK varken ve kainat karmaşık gözüktüğü halde aslında mantıksal zincirin birebir aynısıyken ve bu düzeni sadece ve sadece AŞK'a borçluyken ben nasıl olur da aslı terkedip suretlere meylederim? Beraatimi talep ediyorum. Asıl hüküm giymeye mahkum olanlar kalp atışlarını hiçe sayarak, büyük bir inkar içinde olarak yaşadığı halde yaşamadığını iddia edenlerdir. Kalbinin atmadığını söyleyen ölüdür. Meyyit-i Müteharrik'tir. Karşılarına çıkan her toplumsal sorunu AŞK'tan bozma X ve Y'ye dökenlerdir. Hakim sorar: Evladım! (Evet, bütün hakimler Evladım der) Sen de eskiden o saflardaydın. Niye değiştin?

Hakim bey, beni benden olmayan bir kaba döktü Tutunamayanlar... Onlar yüzünden...

Bakmayın itiraz ettiğime... Hala çelişkili bir insanım... Tutunmakla tutunamamak arasında kalıyorum.

Çok sevdiğim bir arkadaşım yazdı geçen gün...

"Değmeyenlerin hikayesi olma..."

Cevap yazdım:

"Bazen hikaye değmemek üzerinedir"

Değmeyenler X+Y'nin AŞK ettiğini gördüklerinde çoktan her şey bitmiş olacak.

Tutunamayanlara ve Değmeyenlere....

 A.S

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder